Bienal: 3.Uluslararası Çanakkale Bienali / Biennial: 3.International Canakkale Biennial



Demokrasi Stratejileri

İlk olarak 3.Çanakkale Bienali için hazırladığım dokuz desen, 2000’lerden bu yana üretim sürecimi yansıtan çok-disiplinli çalışma yöntemini ortaya koyuyor. Her biri farklı mediumlarda üretilmesi düşünülen dokuz farklı projenin birer ön çalışması niteliğinde olan “Demokrasi Stratejileri”, son dönem çalışmalarımda kullandığım desen diliyle düşüncenin anlık varolduğu, ardından katman katman silinerek  yokolduğu, böylece kadraj dışına itilmiş olan imgeleri; süper kahramanları, oyuncak askerleri, füzeleri ve melekleri araçsallaştırmaktadır. Odaklandığım temel unsurlar olan kimlik, bellek, arşivleme, kişisel tarih gibi kavramların izini süren bu imgeler, yokolma anından sıyrılarak, gizlenmiş ideolojik yan anlamlar taşıdıkları bir alanın kapılarını aralıyor. Brecht’in  de vurguladığı kasıtlı olarak estetize edilmiş imgelerin yarattığı bu gizli alan ise, izleyici için yeni bir gerçeklik algısını zorunlu kılıyor.
Strategies of Democracy
These nine drawings I created for the 3. Çanakkale Biennial at first reveals the multidisciplinary working method which represents my production process from 2000’s. “Strategies of Democracy”, which serves as the preparatory work for nine different projects planned to be produced on different mediums, instrumentalizes with the language of drawing I use for my recent works the images that within thought exists momentarily and then fades away in stills, thus repressed out of the frame: superheroes, toy soldiers, rockets and angels. These images that trace the fundamental elements that I focus, being identity, memory, archiving and personal history, eludes themselves from the moment of destruction and opens doors to a space where they bear latent, ideological connotations. This secret place that’s created by the intentionally aestheticized images also keynoted by Brecht, obliges the viewer for a new perception of reality.

Demokrasi Stratejileri / Democracy Strategies, 2012: Sevgiyle Ölün..., kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 Die with love…, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Geçmişi Olmayan Adam, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 The Man without a Past, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Akşam Yemeği, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 The Dinner, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Gözetleyiciler, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 The Watchers, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Kıyamet Geliyor, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 Doomsday is coming, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Bir kurtarıcıya mı ihtiyaç var? kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 Need a savior? drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Uygun Isıda Mekanlar, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 Places with suitable temperatures, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

İşareti Bekleyenler, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 Waiting for the signs, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Gene olsa gene yaparım!, kağıt üzerine desen, 100x70 cm, 2012 If it happens again, I’ll do all the same!, drawing on paper, 100x70 cm, 2012

Sergi: Mesafe ve Temas | Exhibition: Distance and Touch

Evi Taşımak
“Evi Taşımak” isimli iş, Bayburt’taki Baksı Müzesi için tasarlanmış, taşıma kolileri kullanılarak inşaa edilmiş mekana özgü bir iştir. Belirli bir müze ve belirli bir lokasyon için 1/6 ölçekte üretilmiş olan bu saat kulesi replikası, Bayburt ve bölgede yaşayan yerel halk için tarihi bir öneme sahip.
'Ev'i Taşımak' isimli enstalasyon, 1912'de Bayburt'tan Çorum'a göç etmek zorunda kalan Bayburtlu muhacirlerin evlerinden sürülmesi ve Çorum'da göçebe olarak yaşadıkları yıllar boyunca evleri olarak benimsedikleri Çorum'daki tarihi saat kulesini yıllar sonra Bayburt'a döndüklerinde yeniden inşaa etmelerine kadar uzanan hikayeyi görünür kılmakta.
Mesafe ve Temas isimli sergikapsamında Bayburt’taki Baksı Müzesi’ne yerleştirdiğim 2.replika ise, zaten tarihimizin ayrılmaz bir parçası olan göçebe kültüre referans veren ve kentte yaşayan ve Bayburt’a davet edilmiş bir sanatçı olarak karton taşıma kolilerini kullanarak kurduğum bir geçici heykel niteliği taşıyor.  41 adet koli kullanılarak gerçekleştirilmiş saat kulesi replikasının dört cephesi de Bayburt’taki saat kulesinin çizimi uygulanmıştır.

Moving House
The artwork titled ‘Moving House’ is a site-specific work designed for the Baksı Museum in Bayburt and constructed with cardboard shipping boxes. A replica of a clock tower, produced in 1/6 scale for a specific museum and a specific location, has a historical value for Bayburt and the local residents in the area.
The installation ‘Moving House’ makes visible the story that starts with the displacement  of refugees from Bayburt who were obliged to immigrate to Çorum in 1912, and extends over the time they return to Bayburt after long years and reconstruct the historical clock tower from Çorum, where they lived as nomads for years and which they adopted as their home.
The second replica, Saray, located as part of the exhibition Distance and Contact in Baksı Museum in Bayburt, features a temporary sculpture constructed with cardboard shipping boxes by an artist who refers to the nomad culture as an integral part of our history, lives in the city and was invited to Bayburt. All four sides of the clock tower replica, executed with 41 boxes, has the drawing of the clock tower in Bayburt.


Bilgilendirme | Notification

Bilgilendirme | Notification

ELGİZ ÇAĞDAŞ SANAT MÜZESİ İLE İLGİLİ OLARAK “MÜZE İÇİNDE BİR MÜZE” PROJE SERGİSİ KAPSAMINDA YAŞANANLARA DAİR BİLGİLENDİRME Merhabalar, 5 Nisan 2012 tarihinde Proje 4L Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde açılışı gerçekleştirilen, küratörlüğünü üstlendiğim ve 12 sanatçı arkadaşımla realize ettiğimiz “Müze içinde bir Müze” Proje Sergisi dahilinde yaşanan süreç ve şu anki aktüel duruma dair bazı bilgileri sizlerle paylaşmak istiyoruz: a) Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi'nin, daha serginin kurulumu aşamasından itibaren "size mekan sağlıyoruz", “müzede sergi açıyorsunuz” şeklinde, sanki müze mekanını"lütfeder” yaklaşımdaki söylemleri tüm süreç boyunca üzerimizde hissettirilmiştir. Proje küratörünün onayı alınmadan basınla paylaşılan ilk bültende serginin "Proje Odaları"nda açılacağı lanse edilmiş - halbuki sergi görüleceği üzere "müze"içindedir -, sanatçılardan birisinin ismi bültende çıkmamış ve küratör"genç küratör" ibaresi kullanılarak, serginin asıl söylemi bir tür"amatör" diskur içerisine çekilmeye çalışılmıştır. Daha sonra küratör ve sanatçı ekibinin itirazları ile müze bir basın bültenini tekrar hazırlamış,“düzeltilmiş bülten” ibaresini kullanmadan, "hatırlatma" başlığı altında bu konuları düzeltmiştir. Bazı internet sitelerinde ve basılı yayınlarda yer alan bu bültenlerden bazıları bizatihi küratör tarafından editörlere yazı yazılarak düzeltilmiştir. b) Elif Öner'in“Hysteria” çalışması ile ilgili, sergi açılışından sonraki gün (6 Nisan 2012) değilişin, bilgisayarın bile mekanda bulunmadığına dair bir duyum alınmıştır. Proje küratörü işe müdahale edemeyeceklerini, bunun sanatçının ifade özgürlüğü ve küratörün bunu desteklemesi neticesinde bir durum olduğunu ilettikten sonra,müze işin üzerine "küratörü suçlayıcı" biçimde bir ifade ekleyerek,konuyu farklı bir mecraya çekmektedir. “Müze’ye haber verilmeden, projeküratörü tarafından histeri adlı farklı bir projesi sergiye dahil edildi”ibaresi çalışmanın bulunduğu kaide üzerinde yer almaktadır – Halbuki, sergiden önce hazırlanan kitapçıkta “Histeri” işi, künyesi ile yer almaktadır. Ayrıca, bir proje küratörü, projeye dair işlerini "müzeye onaylatmak" zorunda mıdır? Herbir iş için bir "bilirkişi" heyetine mi danışılacaktır? c) Anti-pop’un “artvenue” isimli enstalasyonunun dört hafta önce müzeye sunulan, kurulumunun 6 günde yapılabileceği belirtilen ve müze tarafından reddedilmeyen projekurulum-planının onayı, sıkıntılı bir süreçten sonra, açılışa 2,5 gün kala onaylanmıştır. Mimari bir proje gibi detaylı bir hesaplamaya dayalı, müzeyi bir “olimpik yarış havuzu” olarak yeniden kurgulayan; yarışmacıların “start”aldıkları kulvarlar ve madalya kürsüsü ile vazgeçilmez bir bütün olan bu büyük ölçekli enstalasyonunun fiziksel olarak %95’lik bölümü 2.5 gün içerisinde yoğun bir emek sürecinde gerçekleştirilmiş, ancak madalya kürsüsü açılış saatine yetişmemiştir. Küratörün, “açılış gerçekleşti, işin nihai tamamlanmasını yarın yapalım” önerisini sanatçı kabul etmiş, ancak sonrasında sanatçı ve küratörün müze yönetimine ayrı ayrı ilettikleri; hazırda bekleyen madalya kürsüsünü mekana yerleştirme talepleri, müze-kurulu tarafından reddedilmiştir. d) Açılış günü gerçekleştirilen ve Elgiz Müze katalogunun yırtılarak uçak yapılması ile sürdürülen eylem, müze ve proje arasında bir gerilime neden olmuştur. Müze, İnsel İnal’ın ürettiği eylem sonrasında uçak yapılan kağıtları toplayıp, çöp poşetlerine doldurarak kendi katalogunu çöpe atmıştır. Katalog, bir müzeler tarihi parçası olarak görülmeyip, meta değeri üzerinden değerlendirilmiştir. Bunları bilginize sunuyoruz. Sergi kurulumu süresince müze yönetimi tarafından yapılan baskı ve zorlamalar ekseninde yaşadıklarımızı demokratik bir platformda ifade etmek ve görünür kılmak adına desteklerinizi bekliyoruz. Fırat Arapoğlu Sanatçılar Anti-pop, Ali İbrahimÖcal, Alper İnce, Çağrı Saray, Eda Gecikmez, Elif Öner, Hülya Özdemir, İnselİnal, Mehmet Çeper, Orhan Cem Çetin, Özlem Şimşek, Rafet Arslan

Ticari Olmayan Özgeçmiş | Non Commercial Autobiography



Ticari Olmayan Özgeçmiş

Ticari Olmayan Özgeçmiş, Çağrı Saray’ın 2000-2010 tarihleri arası gerçekleştirdiği ve katıldığı sergilerden yola çıkarak hazırladığı bir görsel bellektir. Burada yeralan sergilerin tümü sponsorsuz ve ticari olmayan sergilerden oluşmaktadır. Bu görsel belleğin üretilmesindeki temel amaç ise, aslında çok da görülmeyen ya da öne çıkmayan sergi projelerini görünür hale getirmektir. Çağrı Saray, bu işin bir prototipini 2009’da gerçekleştirdiği Kayıt-Dışı isimli sergide sergilemiştir, iş, kayıt-dışı olma ve kişisel bellek oluşturmaya yönelik bir deneme niteliğindedir.  

Bu sergilerde yeralmış ya da gösterilmiş işlerin orjinalleri enstalasyon, fotoğraf, video gibi farklı mediumlarda üretilmiş çalışmalardır. Bu çalışmalar ve ilgili metinler, Ticari Olmayan Özgeçmiş’te analog olarak elle çizilmiş ve bir anlamda yeniden üretilmişlerdir.

Non-Commercial Resume
Non-Commercial Resume is a visual memory Çağrı Saray prepared based on the exhibitions he participated or executed during years 2000-2010. All the exhibitions that appear here are non-sponsored and non-commercial. As to the primary puspose to the production of this visual memory, it is to make visible the not-so-visible or not-so-prominent exhibitions projects per se. Saray exhibited a prototype for this artwork in 2009, on a show he realised called Kayıt-Dışı. The work serves as an experiment aimed at being unrecorded and composing a personal memory.
The original versions of the artworks that took place or presented on these exhibitions are works produced in various media like installations, photographs and videos. These works and related texts are manually drawn and in a sense reproduced by hand in Non-Commercial Resume.

Ticari Olmayan Özgeçmiş | 1x10 m | kağıt üzerine desen, 2012 Non Commercial Autobiography | 1x10 m | drawing on paper, 2012

Sergi: Müze İçinde Müze | Exhibition: Museum Inside A Museum

Proje 4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi Fırat Arapoğlu küratörlüğünde Müze İçinde bir “Müze” sergisine ev sahipliği yapıyor. 5 Nisan – 20 Mayıs tarihleri arasında Proje4L/Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi koleksiyon seçkisinde bir yenilik ile sanatseverleri karşılıyor, sürekli sergi ve değişen sergilerin yapılacağı alanda bir bölümleme. Sürekli sergi alanında Elgiz Koleksiyonu’nun olmazsa olmazları sergilenirken, geçici sergi alanında yakın dönem alımları sergileniyor. Eşzamanlı olarak, Fırat Arapoğlu küratörlüğündeki Müze İçinde Bir “Müze” konuk proje sergisi, Ali İbrahim Öcal, Alper İnce, anti-pop, Çağrı Saray, Eda Gecikmez, Elif Öner, Hülya Özdemir, İnsel İnal, Mehmet Çeper, Orhan Cem Çetin, Özlem Şimşek ve Rafet Arslan’ın yaklaşımlarıyla “müze” kavramını sorguluyor. Neo-liberal ekonominin ve küreselleşmenin egemen olduğu ve her şeyin hızla değişmekte olduğu bir süreçte, çağdaş sanatta müzelerin, galerilerin, koleksiyonerlerin, sanatçıların artışının yarattığı bir ivme ile sermayenin ve tüzel kişilerin etkin oldukları bir kültür ve sanat ortamı ile karşı karşıyayız. Bu sürecin küresel ölçekte izdüşümünü yerelleşme, kültür, demokrasi, kamusallık ve toplumsallık kavramlarının sanatın sözlüğüne girmesinde ve içinde bulunduğumuz sürecin tam da bu tarihselliğin çıktılarının görünür olduğu bir zamanda yaşadıklarımızda görmekteyiz. Sahi, nedir bu “müze”?

Sergi: Zaman Aşımı / Exhibition: Prescription








En Popüler 10 İkna Yöntemi_No:1

Her işkence yöntemi birer kültürel veridir; bu veriler eğilimleri ortaya koyar, coğrafyayı tanımlar ve bu coğrafyanın tarihine dair bize ipuçları verir. Bunlardan bazıları ise; “uluslar arası”dır, farklı dönemlerde aynı biçimsellikle kendini gösterir. Normalleşmiş, makulleşmiş ve yaygınlaşmış olan yöntemler modern çağın ikna yöntemleridir.
The 10 Most Popular Methods of Persuasion_No:1
Every method of torture is a cultural datum. These data reveal tendencies, define the geographics and give us clues about it. And some are “international”; they show themselves with the same morphology on different time periods. Methods that are normalized, rationalized and popularized are the ways of persuasion in the modern times.




En Popüler 10 İkna Yöntemi_no:1, 390x215 cm, kağıt üzerine desen, 2012
Most Popular 10 Persuation Methods_no:1, 390x215 cm, drawing on paper, 2012


ZAMANAŞIMI!

“İLERLEME”NİN KUTSALLIĞI VE ZORBALIĞI

Emre Zeytinoğlu

İnsanlık tarihi üzerine her tür bakış açısının hemfikir olduğu durum, bu tarihin bir zulüm süreci olduğudur. Theodor Adorno tarih denilen şeyi, son derece belirgin biçimde “felaketler fablı” olarak tanımlamıştı. Ve Adorno’nun sadık takipçisi Terry Eagleton ise “felaketler fablı”na bir açıklık getirmişti: “Evrensel tarihin herhangi bir temeli varsa, o tarih, mutluluğun birikimine dair bir masal değil, sapandan megatonluk bombalara uzanan bir hikâye olmalıdır.” İnsanlığın “ilerleme” üzerine verdiği mücadeleler, elbette onurlu ve övgü dolu sözleri hak edecek bir süreci de öne çıkartabilmiştir. Ama işte bu süreç her zaman o “felaketler fablı” ile iç içe olmaktan da kurtulamamıştır. Walter Benjamin gibi düşünürsek: Leonardo da Vinci uçma tasarımları yaparken, o tasarımların ağır bombardıman uçaklarına kadar varacağını tahmin edememişti. Zor kullanma, tarihin değişmez bir parçası haline gelmişse, o halde bu, insanın doğası ile ilgili bir durum muydu? Belki de öyleydi; yani zor kullanma, bir “üstünlük” elde etmede ya da onu elde tutmada, insanın (çevresindeki diğer insanlara karşı) ilk başvuracağı doğal davranış biçimiydi. Ne var ki iş bu kadar basit olamazdı; toplumsal yapıların sahne olduğu örgütlü çatışmalarda ortaya konulan zor kullanma eyleminin anlamı neydi; bu nasıl açıklanabilirdi? Basit bir örnekle, Leonardo’nun “tek irade” doğallığında ortaya koyduğu bir tasarım, sonradan nasıl olmuştu da kolektif üretimin en “ileri” boyutuna ulaştığında tam ters bir içeriğe dönüşerek, zor kullanmaya hizmet eder makineleri doğurmuştu? Zor kullanma makinelerinin kolektif bilinçaltında meşruluk kazanması, asla tarihin gözden kaçırılmış bir durumu değildir. “İlerleme” ile birlikte büyüyen imha etme eylemini fark edenlerin sayısı, yalnızca Adorno, Eagleton ve Benjamin ile sınırlı kalmamıştır. “İlerleme”nin aslında, “ölüm düşüncesinin ruhlara sinme süreci” olduğunu vurgulayan pek çok yazar ve onların ortaya koyduğu binlerce sayfa vardır. Örneğin, Friedrich Engels’in “Endüstri Devrimi, devrim olma niteliğini 1830’da yitirmiştir” diye yazmıştı. Engels’e göre “burjuvazi, feodal gericilikten daha çok devrimci işçilerden; burjuva devriminin gerçekten de bir sosyalist devrime doğru ‘taşmasından’ korkuyordu.” Engels’in sözlerini izleyen Werner Sombart 1913 yılında “ilerlemenin saçma bir fikir olduğunu ve insandaki her tür ideal hareketi boğduğunu” belirtmişti. Henry James 1914 yılında “uygarlığın kanlı ve karanlık bir uçuruma düştüğünden” söz etmişti. Max Ferdinand Scheler ise 1915 yılında “modern uygarlık ruhunun bir ilerleme olmadığını, tam tersine, insanlığın gerilemesi olduğunu” iddia ediyordu. İtalyan felsefeci Paolo Rossi, “İlerleme” hakkındaki bu olumsuz yaklaşımların, 1930’lu yıllarda büyük bir koroya dönüşmüş olduğuna dikkat çeker. Eleştirel düşünceler içinde belki de en ilginç olanlardan biri Emile Zola’dan gelmiştir ki, bu, Engels’in “ilerleme” konusundaki eleştirileri ile yakın bir döneme rastlar. Zola, 1890 yılında yazdığı “Hayvan İnsan” (La Bête Humaine) adlı romanında, başıboş kalmış bir lokomotifi anlatmaktadır: “Lokomotif, kendi nefesinin gıcırtılı korkusuyla, gittikçe daha fazla allak bullak olmuş bir halde hızla, amaçsız ilerliyordu...” Romanda, lokomotifin ateşçisi ile makinisti, kıskançlık nedeniyle bir kavgaya girişmiş ve ikisi de bu kavga sırasında aşağı düşüp parçalanmışlardır. Makinisti olmayan tren ise kendi başına ilerlemekte, ocağa doldurulmuş kömürlerin kor hale gelmesiyle, denetimsiz bir hıza ulaşmaktadır. Hiçbir şeyden haberi olmayan yolcular (ki bunların çoğu, askerlerdir), hızın büyüsüyle sarhoş olup keyiflenmişler, şarkılar ve marşlar söylemeye başlamışlardır; karanlıklar içinde ölüme doğru ilerlediklerini düşünmeleri, bu sarhoşluk yüzünden olanaksızdır. Yazar romanda lokomotifi sık sık, dizginlerinden kurtulmuş bir hayvan gibi gösterir. Zola’ya göre, trendeki insanların hızdan duydukları haz, onların bu makine ile özdeşleştiğinin; dolayısıyla hayvanlaştıklarının işaretidir. Fakat şu var ki, 19. yüzyıldan itibaren tam anlamıyla bir inanç haline gelen “ilerleme”nin, toplumsal şiddeti gizleyen yanıyla bir yozlaşmaya yol açtığını söyleyen yazarlar, o “ilerleme”yi kutsal bir kavram halinde algılayan ve sunanlar tarafından yok sayılmış, her biri önemsizleştirilerek tarihten çıkartılmıştır. Rossi bu konuda, “o binlerce sayfa sanki hiç yazılmamış gibidir” der. Özellikle 19. yüzyılın sonunda örgütlü sınıflar arasındaki mücadeleleri anlamlandırmak ve bu noktada, “salt makineleşme”nin ötesindeki “ilerleme”nin niteliğini belirlemek adına, geniş bir tartışma alanı ortaya çıkmıştı: Tartışma alanında yer alan iki ana düşünceden (ve diğerine göre daha eski olandan) biri, “ilerleme” sürecindeki sömürünün bir zor kullanma sonucu doğmuş olmasıydı. Yani ekonomik sistemin sömürü boyutu, silah marifeti ile sürdürülüyordu ve böylece sömürü-karşıtı devrimci güçlerin, ahlâki bakımdan bu zor kullanımına karşı durması gerekiyordu. Bu düşüncenin (ilk bakışta son derece insani bir gerekliliği vurguluyor olsa da) sakıncalı olduğu açıktı: Her şeyden önce sömürü-karşıtı devrimci güçlerden, o ahlâki yapıya sarılmaları ve bir bakıma zorbalar tarafından kendilerine biçilen bir kadere rıza göstermeleri isteniyordu. Diğer yandan da “ilerleme” boyunca zorbalık makinelerini eline geçirmiş olan iktidarın, ahlâki bir yapının telkinleri ile bu makinelerden vazgeçmesi asla mümkün değildi. Fakat tartışmanın diğer karşıt ucunda yer alan ikinci (ve diğerine göre daha yeni) düşünce, sömürü ile “ilerleme” arasındaki ilişkiye daha farklı bakmış ve zor kullanmayı bu ilişkide hayli geri plana atmıştı. Örneğin Engels, siyasi yapı ile üretim tarzı arasında mutlak bir bağlantının olduğunu yazıyor ve iktidarın ancak bu iki etken arasındaki uyum sayesinde ayakta kalabileceğini vurguluyordu. Bu düşüncenin itiraz götürmeyecek yanı, siyasi yapının, kendisini üretim tarzının gereklerine göre esnek kılabilmesi ve ona (her an) uyum gösterebilmesiydi. Bu uyumu yakalayamayan iktidar dağılıp gitmeye mahkûmdu. Demek ki zor kullanma, tarihte iktidarları belirleyen ilk ve değişmez etken değildi. Engels’in başını çektiği bu düşünce yapısı, aslında sömürü-karşıtı devrimci güçler için her zaman ufuk açıcı ve aynı zamanda da cesaretlendirici olmuştur. Çünkü siyasi yapı ve üretim tarzı arasında ortaya çıkacak bir uyumsuzluk, tüm zorbalık makinelerine rağmen o mevcut iktidarı yerle bir edecektir; “ilerleme”nin doğası budur. Aslında Engels’in öne sürdüğü “ilerleme” tanımı hayli karmaşık görünür. Söz konusu tanım sınıfsal yapılar arasındaki çatışmaları öne çıkartır ve bu çatışmaları da “ilerleme”nin bir göstergesi olarak öne sürer. Engels bir yandan modernliğin sinsi yanının, köleliği gizlemesi olduğunu söyler; ama diğer yandan da o modernliği Antik dönem ile karşılaştırarak, “şimdi en azından köleliğe karşı bir özgürlük düşüncesi doğmuştur” diye ekler. İşte Engels’in bu eki, “ilerleme”nin son derece esnek ve göreceli bir “şey” olduğuna vurgu yapar. Öyle ki Engels, tarihin ürettiği her ilerlemenin, kesinlikle karanlık bir yüze sahip olduğunu vurgulamış, bu kavramın bir anlamda da “eşitsizliğin ilerlemesi” demek olduğuna dikkat çekmiştir. Engels’in, “ilerleme” üzerine kurduğu bu diyalektik, Marx’ın da konusudur; o da, burjuva sistemini tam bir “üretim anarşisi” halinde tanımlamış, oysa bu anarşiyi, bir yandan da “ilerlemenin gerçek nedeni” diye işaret etmişti. Marx ve Engels’in perspektifinden baktığımızda (ki bunlara Hegel’i de eklemek mümkündür elbette), gerçek bir “ilerleme”, karanlık yüzü ile birlikte işlerlik kazanır. Bu yüzden bu kavram, şu ya da bu sınıfın tek başına yüklendiği bir sorumluluk dahilinde hedefleyeceği bir iktidar düşüncesi ile tanımlanamaz. Ve bu yüzden “ilerleme”nin, yalnızca “ilerleme sahipleri” tarafından saptanacak (ve bu saptamalara göre dayatılacak) yöntemlerle ya da o sahiplere karşı muhalif katmanların direnmesiyle başarılamayacağı ortadadır. Yukarıda söz edilen tartışma üzerine derin yorumlar oluşturmak, başka bir yazının konusu olabilir. Ama burada (yorumları biraz da “aşırı” düzeye yükselterek ve madalyonun ters yüzüne bakarak) şu söylenmeli: “İlerleme” ile zor kullanma eylemi 000000000000000arasındaki ilişkinin “tartışılabilir” olması, “ilerleme” kavramının psikolojik açıdan tarihe “temiz” geçmesinin de yolunu açmakta gecikmedi. Bu kavram, aynı psikolojinin verdiği ivme ile, giderek “ne pahasına olursa olsun” erişilmesi gereken toplumsal bir hedef haline geldiği gibi, içine sızmış olan tüm şiddetin de gizleyicisi oldu. Yeniden konunun başına dönecek olursak, “felaketler fablı” olarak adlandırılan zulüm sürecinin, kutsal bir “ilerleme” tarihi halinde yazıldığına ve böylece egemen sınıfların dayattığı bir biçime dönüştüğüne dikkat etmeli (burada Rossi’yi bir kez daha anımsamalı: “İlerleme”nin kutsallığını eleştiren binlerce sayfa, sanki hiç yazılmamıştır). Sömürü sistemi, üretim tarzı ile siyasi yapı arasındaki tüm çelişkileri en fazla “ilerleme”nin kutsallığı yardımıyla gizlerken, zor kullanma eylemini de yine bu yolla normalleştirebilmiş, dahası önemsiz bir ayrıntıya indirgeyebilmiştir. Türkiye özelinden bakacak olursak, tarihin her satırının “ilerleme” payandası ile sağlamlaştırıldığı ve o payandanın gerçekte, siyasi yapıyı meşrulaştırdığı bellidir. Bu durum o siyasi yapı ile üretim tarzı arasındaki tüm uyumsuzlukların ve buradan ortaya çıkan sömürülerin, geleceğe meşruluklar şemsiyesi altında aktarılmasına yardımcı olmuştur. Rahatça iddia edilebilir ki “ilerleme” kutsallığı altında korunmuş bir zulüm tarihi, bu bağlamda bir “bellek silici” görevini de üstlenir. Benjamin’in bu durum üzerine yaptığı bir saptama son derece çarpıcıdır: “Faşizmin bir şansı da, faşizme karşı olanların, onu ilerleme adına tarihsel bir kural saymalarıdır.” Bir kavramı yörüngesinden çıkarırsanız, yani onu tüm bağlamlarından soyarsanız, artık onu istediğiniz biçimde tanımlayabilir ve rahatça kullanabilirsiniz. Bugün siyasi yapı, üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih arasındaki ilişkilerin keyfi tanımlar ile derme çatma kurulmuş olması ortaya “tuhaf” bütünlükler çıkartıyorsa, bu noktada belleğin korumaya çalıştığı ayrıntıların önemsizleştiğine dair bir enformasyon yaymanız da mümkün olabilir. İşte dünyada olduğu gibi Türkiye’deki yeni kuşak kitlelerin de, söz konusu “bellek silici” enformasyona şiddetle maruz kaldığı açıktır. Yeni enformasyon araçları yardımıyla, uyumsuzluklar üzerine kurulmuş iktidar yapısının normalleşmesi, 19. yüzyıl tartışmalarının odağına yerleşmiş silah gücünü de (bir kez daha) gündeme taşıyor. Daha açık olarak şunu belirtmeli: Bugün iktidar yapısının bu normalleşmeyi yalnızca bir takım enformasyon araçlarıyla başarmadığı, deneyimlerle sabittir. Bağlamdan soyulmuş kavramların çarpıtılarak kullanılıyor oluşu her ne kadar bir enformasyon gücüne gereksinim duysa da, bu tek başına yeterli değildir. Bunun yanı sıra siyasi yapı, üretim tarzı, “ilerleme” ve tarih arasındaki bozuk ilişkileri normalleştirerek savunacak kitlelerin iktidar adına örgütlenişine, felsefi ve siyasi metinlerin tahrif edilerek yeniden sunuluşuna, estetiğin eleştirel gücünün yok edilişine de gereksinim vardır. Fakat bunların uygulanışı sırasında hâlâ bir sorun varsa (yani hâlâ sömürünün sürdüğüne dair düşünce yürütenler varsa), onların imha edilmesi de kaçınılmaz olur. Silahlı zorbalığın devreye gireceği yer burasıdır; silah, bir iktidarın devamına yarayacak biçimde geri dönmüştür. Yukarıda sunulan bu sahne, tarih üzerinde ustaca uygulanmış bir manipülasyonun eseri olarak, bir “unutturmayı” başarabilmiş ve her tür toplumsal düzeyde bir “normalleştirme” gerçekleştirebilmiştir. Böylece sömürü üzerine temellenen üretim tarzı ile siyasi yapı arasındaki her uyumsuzluğu yeniden ve yeniden deforme ederek, “yeni siyaset”in biçimleri gibi sunan ve kendisini “ilerleme”nin olmazsa olmaz bir gerekliliği halinde tanıtan bu sistem normalleştiği sürece, sömürü-karşıtı devrimci güçlerin “önemsizleştirilmesi” de kaçınılmaz olmaktadır. Bugün yeni nesiller arasında, tarihe dair kimi noktaların hiç anımsanmaması ya da anımsamaya değer görülmemesi bu yüzdendir. Üstelik artık “ilerleme”nin anlamının, insanlığın “özgürleşme” ve “refah” yönünde attığı paylaşımcı adımların da dışına çıkartıldığı, yalnızca “zenginleşme özgürlüğü”ne dönüştürüldüğü düşünülürse, bozulan tarihsel kavramların baştan forme edilmesi de, yeni bir çalışma alanı ortaya koymaktadır. Son olarak şu söylenmelidir ki “unutturulma” ve “önemsizleştirilme”, yalnızca bir takım zihinsel telkinler ile gerçekleşmemektedir. Aynı zamanda (bir “deformasyon” sürecine bağlı olarak) toplumsal kurumların işleyişleri de, bu “normalleşme”ye hizmet eder duruma sokulmaktadır. Örneğin 16 Mart katliamının faillerinin devletin üst seviyelerine hızla tırmanmaları, bunlar hakkında açılan davaların düşmesi, davaların yeniden açılması yönünde gösterilen çabaların asla gerekli sonuçlara ulaşamaması ve hatta söz konusu davaların “zaman aşımı” sınırına gelip dayanması, toplumun belleğinin yanında ona işlerlik kazandıran mekanizmaların da manipülasyona maruz kaldığını gösteriyor bize. Böylece ortaya şöyle bir durum çıkıyor ki, “Katledilen Anti-Faşist Öğrenciler” sergisi ile başlatılan süreç, bir “anma” eylemi olmayacaktır. Bu süreç tarihin silinmiş noktalarını bir kez daha yerli yerine yerleştirirken, aynı zamanda bugünkü toplumsal sahnenin dikkatli bir çözümlemesini de gündemine alacaktır. Söylemler değişmiştir: Siyaset, toplum, adalet, tarih, ilerleme, özgürleşme vb. başka türlü tanımlanmaktadır. O halde tüm tahrif edilen kavramların yeni tanımlarını (onları bir yana atmaksızın) kullanmak, onların tarihsel anlamları ile ustaca değiştirilmiş içerikleri arasındaki farkı sergilemek de gerekecektir. 16 Mart katliamına dair davaların “zaman aşımı”na nasıl gelip dayandığı da, tahrif edilmiş kavramların oluşturduğu toplumsal bir sahnenin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Bugün hiçbir faşist, “ilerleme”nin kutsallığının peşinden gittiği için, kendisinin faşist olduğunu kabul etmiyor ya da öyle hissetmiyor. Bu serginin belki de öncelikli işlevi, bunu vurgulamak olmalı.

Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Çev: Ayhan Çitil, Doruk Yay. S. 418.
William Z. Foster, Üç Enternasyonalin Tarihi /1848’den 1955’e Dünya Sosyalist ve Komünist Hareketleri, Çev: Can Saday, Yazılama Yay. 2011, s. 52.
Paolo Rossi, Gemi Batıyor Seyreden Yok / İlerleme Fikri, Çev: Durdu Kundakçı, Dost Yay. 2002, s. 110. A.g.e. s. 108. Reinhart Koselleck, İlerleme, Çev: Mustafa Özdemir, Dost Yay. 2007, s. 113. Walter Benjamin, Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yay. 1995, s. 37.

Sergi: İkametgah Kadıköy / Exhibition: Based in Kadıköy

25 Ocak – 19 Şubat 2012

İkametgâh Kadıköy Anadolu Yakası’ndaki üretimi ve paylaşımı çıkış noktası olarak alıyor. “Bağımsız ve Birlikte” söylemiyle bu yakada üreten sanatçılar ve sanat alanlarını kolektif bir etkinlikte birleştiriyor. İstanbul’un sanat alanındaki eksik parçasına köprü tutarak şehrin iki yakasını bir araya getiriyor.
Anadolu Yakası’nda yaşayan, üreten sanatçılar; kavramsal ve biçimsel bir çerçevenin içine girmeden resim, video, illüstrasyon, fotoğraf, yerleştirme gibi farklı disiplinlerdeki işlerini 5 ayrı mekânda sergileyecekler. Sergilerin yanı sıra
çeşitli gösterimler, konserler, söyleşiler ve panellerile de izleyicilerle buluşulacak. 25 Ocak - 19 Şubat tarihleri arasında ilk kez gerçekleştirilecek etkinlik, Asfalt, Hush Gallery, İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi, KargART ve Piha Kolektif Sanat ve yan etkinlikler için Arka Oda ve Dunia alanlarında tüm sanatseverlerin paylaşımına açıktır.


“Based in Kadikoy” is a joint art project rising on the artistic production and collectivity in the Asian side of Istanbul. It unites the venues with the artists living and producing on the Eastern side of Bosphorus, under the theme “Independent and United”. It aims to gather both sides of Istanbul together by forming a bridge over the unconnected aspects of the art life in the city.
Artists will exhibit their works in various mediums, in neither conceptual nor formal frame, at 5 different venues in Kadikoy. Apart from the exhibitions, there will be performances, concerts and discussions.
The project is open to public at Kadikoy’s leading art venues Asfalt, Hush Gallery, Istanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi, KargART and Piha Kolektif Sanat between January 25 and February 19.


Teras_2, 100x70 cm, Duratrans Baskı, 2012
Terrace_2, 100x70 cm, Duratrans Print, 2012


Kategori

Kategori