[Gezi Parkı] ve sanatsal üretim
Jul 18, 2013
Dünyada çok acayip şeyler oluyor. Her sabah, dünyanın başka bir tarafından sesler ulaşıyor bize. Türkiye olarak da gündemimiz belli. 28 Mayıs’tan beri, Gezi Parkı’yla yatıp tekrar onunla kalkıyoruz; günlük aktivitelerimizi ona göre şekillendiriyor, işi gücü aksatıyor, kafamızı bunun dışında bir şeye veremiyoruz. Aşık olmuş gibiyiz. ‘’Direnişten beri’’, jargonumuza son 1 buçuk ayda giren ifadelerden bir tanesi sadece.
Bütün bunlar olurken ve direniş bir yaşam biçimi olmuşken hepimiz için, merak ettik, şu anda içinde bulunduğumuz durum ve ruh hali, yani bu tür toplumsal hareketler, sanatçıların hayatında, sanatsal pratiğinde nerede duruyor? Sevdiğimiz, işlerini hayranlıkla izlediğimiz 8 kişiye sorduk, anlattılar.
Sorular:
1.Gezi Parkı gibi toplumsal hareketlerde sizce sanatçının rolü nedir, ne olmalıdır?
2.Gezi sürecindeki kişisel deneyimlerinizden bahseder misiniz?
3.Sizce sanat kurumları benzeri süreçlerde bir pozisyon almalı mıdır yoksa tarafsız mı durmalıdır?
4.Bu tür olaylar sanatsal pratiğinizi, üretiminizi etkiliyor mu? Etkiliyorsa kendini nasıl gösteriyor?
Çağrı Saray, sanatçı
KURUMLARIN DIREKTÖRLERI-YÖNETICILERI DE, SADECE YATIRIM YAPANLAR DA OLANLARI DOĞRU ANALIZ ETMEK VE SANATI SADECE ELIT BIR KESIMIN KAPALI-DEVRE YAŞADIĞI VE SADECE PARA DOLAŞIMININ GERÇEKLEŞTIĞI BIR SIMÜLASYON ORTAMI OLMAKTAN ÇIKARMAK IÇIN YÖNTEMLER VE STRATEJILER GELIŞTIRMELILER.
1. Gezi süreci demokrasinin farklı bir formunu yarattı. Yatay olarak ilerleyen-genişleyen ve sürekli bir ilişkiselliği öneren açık yapısıyla direniş, her ideolojiden ve her sınıftan insanı bir araya getirmeyi başardı. Bu yüzden ben sanatçıyı öncelikle bir sıradan “vatandaş” olarak algılamayı tercih ediyorum; sanatçılar da birlikte yumruklarını ve seslerini yükselten ve şiddete maruz kalan kalabalığın bir parçasıydı. Gezi direnişi hala devam eden bir süreç olduğu için ben bu süreç sonlanana kadar bizzat katılımcı ve durumun organik bir parçası olmayı, söz konusu süreci hızla dönüştürüp-araçsallaştırarak sanat üretimi yapmaktan daha değerli buluyorum. Bu ikinci söylediğimi yapmayı seçen sanatçılar da, galeriler de var elbette… Fakat şunu kabul etmeliyiz ki; Gezi başlı başına çok güçlü bir katastrof, korunaklı alanlarımızda ürettiğimiz elitize olmuş sanatın kendisinden de daha güçlü. Sanatçıya bu süreçte düşen en büyük rol; kriz yönetiminde soğukkanlılığını yitirmeden entelektüel kimliğiyle durumu doğru analiz etmek, sürece öncelikle düşünsel bağlamda katkıda bulunabilecek üretimler yapmak ve tabii zaten devam etmekte olan kendi üretimini yeniden gözden geçirerek devam ettirmek olmalı. Olaylar bizde bir tür akıl-tutulmasına dönüşmemeli.
2. Haziran başında yurtdışında olduğumdan ben çok gaz yemeyenlerdenim. Direnişin ikinci evresi diyebileceğimiz, forum-toplantı ve örgütlenmeye dair süreçleri diğerleriyle birlikte deneyimleme imkanım oldu. Birlikteliği, paylaşmayı ve yan yana durabilmeyi yeniden keşfettik, belki de ilk kez. Fakat direnişin bu evresi bir öncekinden daha zor ve daha karmaşık; örgütlenmek ve ortak stratejiler tespit etmek birlikte yürümekten farklı bir aşama. Gezi ile görünür hale gelmiş demokrasi ruhunun toplumun her kesimine yayılması zamanla gerçekleşebilecek bir ideal ve evet, forumlar aracılığıyla herkes birbirini dinlemeyi öğreniyor, fakat sürecin dönüşmesi sadece yeniden birlikte yürümeye başlamayı değil, belli bir siyasi bilincin oluşmasını da kapsamalı. Siyasi partiler ve particilik yapanlar ise imkansız gibi görünmesine rağmen bir araya gelmiş bu güçlü kalabalığı dikey biçimde ikiye ayırıyor! Yurtdışında bulunduğum zaman dilimine dönersem; Paris’te oluşum bir tür dışarıdan bakışı beraberinde getirdi. Haziran başı olayların fiziksel olarak içinde olamamamın belki de tek kazanımı bu olsa gerek. Sanatla uğraşan biri olarak ise, zaten sık sık kendime sorduğum soruları yeniden sorma fırsatı buldum; sanat adı altında yaptığım üretimler ne kadar ‘gerçek’, tüm yaptıklarımı öncelikle neden ve kim için üretiyorum ve refleksif bir davranış dönüşse de aslında tam olarak neye hizmet ediyor? Bu sorular sanırım tüm sanatçıların –belki ilk kez belki değil- sorduğu sorular ve bu kesinlikle kaçınılmaz. Artık –umuyorum ki- hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
3. Gezide olanlar diğer birçok konuyla birlikte sanat-sermaye ilişkisini de daha görünür kıldı. Avm’leri, banka sponsorluğundaki sanat mekanlarından, Bienal’den ya da özel galerilerden ve tüketim pratiklerimizden tamamen ayrı düşünebilir miyiz? Sanat kurumları vizyonlarını değiştirmeliler kuşkusuz, bu süreç yalnızca sıradan bir birey için değil, tüm özel kurumlar için de bir sınav niteliğinde. Kurumların direktörleri-yöneticileri de, sadece yatırım yapanlar da olanları doğru analiz etmek ve sanatı sadece elit bir kesimin kapalı-devre yaşadığı ve sadece para dolaşımının gerçekleştiği bir simülasyon ortamı olmaktan çıkarmak için yöntemler ve stratejiler geliştirmeliler. Eğer Gezi’den ders çıkartamıyorlarsa da en azından yakında patlak verecek olan ekonomik krize göre bakış açılarını şekillendirmeliler. Ekonomik kriz “atlatılacak bir süreç” olmanın ötesinde, neden ve nasıl geliştiği incelenmesi gereken bir olgudur. Şimdi hepimizin gözleri sonuna kadar açık ve hepimizin yalana karnı tok. “Tarafsızlık” diye bir şey şu saatten sonra zaten söz konusu olamaz. Diğer yandan öyle ya da böyle tüm bu kurumları ayakta tutan, sermaye olsa da ve hepsinin farklı angajmanları olsa da, benim hep tekrar etmeye çalıştığım bir realite var; kurumların asıl bağları sanatçılarla ve eğer sanatçılar örgütlenebilirse –her ne kadar bu, 1 milyon kişinin birlikte yürümesinden bile daha zor gibi görünse de- neden kurumlar da dönüşmesin? Kendi içinde bu dönüşümü yaşayamayan ve etik değerlerini yeniden yapılandırmayan bir “sanatçı”nın kalkıp kurum eleştirisi yapması abeste iştigal.
4. Gezi sürecinin arkasında bir tarih yatıyor. Direniş; baskının, şiddetin, ayrımcılığın ve tabii ki eşitlik ve özgürlük arayışının bir sonucu olarak toplumda bir refleks olarak kendini var etti. Bu kendiliğindenlik ve “içkinlik”, algımızda ve pratiklerimizde kocaman bir çatlak yarattı. Hepimiz birey olarak hem varoluşumuzu hem de toplumsal yaşantıdaki rolümüzü yeniden sorgulamalıyız desem sanırım abartmış olmam.
Kendi adıma, süreç beni eylemsizliğe sürüklemedi. Belki de bu deneyim –ki benim için bir tür uzamsal genişleme niteliğinde- tuhaf biçimde beni daha fazla çalışmaya motive etti, bir gün içine daha çok şeyi sığdırabilmeye başladım. Şu an sadece oturup düşünmek, ‘yeniden bakmak’ için değil, üretmek için de doğru zaman, neyi-niçin yaptığını tekrar ve tekrar sorarak.. Her ne kadar 1 ay önce böyle hissetmesem de, her şeyi belli bir süre için dışarıdan izleyebilmem benim için belki de büyük bir avantajdı. İşlerimde genelde merkez hep bendim ve bu merkezden makroya bir bakış vardı, şimdi ise, bu belli açılardan tersine döndü. Belki biraz daha az egosantrik ve daha barışçıl bir bakış. Şu sıralar üzerinde çalıştığım proje de bu makro bakışı görünür kılıyor.