Dayımın ardından…


Dayım öldü.

Bir süredir kız kardeşiyle aynı hastalıkla boğuşuyordu: Alzheimer.

Hastalık haberini ilk aldıklarında birbirleri için üzüldüler. İkisi de kendi durumlarından habersizdi. Bir şey demedik.

Dayımın hastalığı daha hızlı ilerledi. Sonunda yenildi.

1954 yılında, Bursa’da Dağcılık Kulübünde düzenlenen bir dans yarışmasına katılmışlardı. Ağabey, kardeş. Rock’n’roll dansı yapmaya karar vermişler. “Bütün figürleri ben öğretirim,” demiş dayım. Annem de kendisine tafta bir etek dikmiş. Dedemlerin iki katlı ahşap evinin taş avlusunda hazırlanmışlar. Bacak altından geçirme, omza kaldırma ve elbette ritmi bir an bile kaçırmadan dans ederken sürekli gülümseme.

Hangi şarkıyla dans etmişlerdi acaba? Neden sormadım bunca yıl?

Annem Engin Biricik Kopan ve dayım Çetin Biricik o dans yarışmasından dört-beş yıl sonra, yine bir davette dans ediyorlar… Bu kez yer Ankara.

Yarışmada birinci olduklarını söylerlerdi ama ortada bir plaket veya madalya falan yoktu. Bu ‘birinciliğin’ iki kardeşin masum yalanı olduğunu düşünürdüm. Bu konu açıldığında ‘o yıllardan kalma bir-iki figür’ yapmak için ayaklanırlardı. Ev oturmasına gittiğimiz akşamlarda, ayaklarında terliklerle dans etmeleri utandırırdı beni. Annem artık zayıf olmadığına hayıflanır ve dayımın belini nasıl iki avcunu birleştirip kavradığını anlatırdı. İnanmayan olursa, fotoğraflar çıkardı. Bursa’da geçen yıllarda bir grup genç: Uludağ’a bisikletle çıkarken, zamansız yağan karda oyunlar oynarken, Heykel meydanında lokomotif dansı yaparken... Neşeli anların fotoğrafları kalmış hep. Rahmetli olanların adı anılırdı. Bazı isimler geçiştirilirdi, belki de gençlik aşklarıydı onlar.

Neşesi eksik olmazdı dayımın. Türlü muziplikteydi aklı. Babam kimi zaman ‘sulu’ bulurdu bu şakacı halleri. Kimi zaman o da kapılırdı dayımın bitmek bilmez enerjisine. Öyle zamanları çok severdim. Çocukluğumun ‘en komik’ adamıydı  dayım.

Beni Java marka motorunun arkasına atıp gezdirdiği günler, bir başkaydı tabii. “Sıkı tut belimi,” derdi. Sarılır, koklardım.
Dayım Çetin Biricik. Motor sevdası gençlik yıllarından beri vardı.

Motor, yerini Murat 124 bir arabaya bıraktığında, topluca gidilen piknikler başladı. Bizim arabamız yoktu. İki aile o küçücük arabaya nasıl sığışırdık bilmem. Ama o piknikleri hep dört gözle beklerdim. Dayımın oğulları ve ablam yaşça büyüklerdi benden, aralarına almak istemezlerdi pek. Dayım yalnız bırakmazdı ama, bir yolunu bulur, benim de oynayacağım oyunlar kurgulardı.

Yıllar sonra dayımın büyük oğluyla sarıldık birbirimize. Hayat ikimize de aynı oyunu oynamıştı.

Petrol Ofisi’ndeki görevinden emekli olduktan sonra bir hırdavatçı dükkanı açtı dayım. Bir yandan da evlere elektrik işlerine gidiyordu. Yazları çıraklık yapardım ona. Severdim hırdavatçı dükkanında olmayı.

Yıllar içinde, daha az görüşür olduk. Yengemin vefatından bir süre sonra, başka bir kadınla birlikte oturmaya başlamasına kızmıştı annem. Galiba yengemi de pek sevmezdi. Dans partnerinin elinden alınmasının kıskançlığı hiç geçmedi galiba. Yazık, artık bunu soramıyorum anneme.

Öyle maceraları vardı ki dayımın, saatlerce anlatmakla bitmezdi. Sırf Bülent Ecevit’e benzerliği yüzünden yaşadıkları bile hikayelere konu olabilir. Yetmiş yaşından sonra Türk Sanat Musikisi korosunda tef çalmaya başlaması, bütün aileyi güldürmüştü. Ben sevinmiştim bu habere. Hiç dinlemeye gidemedim.

Benim İstanbul’a göçmemle, iyice uzaklaştık birbirimizden. Kısa telefon görüşmelerinde hep aynı şeyler konuşulur olmuştu. Yine de iyi geliyordu onunla konuşmak.

Ölüm haberinin arkasından, o harika hikayelerinden birini yazmak istedim. Başaramadım. Tüm dünya için “sıradan” bir insan öldü sonuçta. Bir avuç akrabası için “özel” biri.

Benim içinse, dayım.

Kaç yaşında olursanız olun, dayınızın öldüğü gün çocukluğunuza dönüyorsunuz. Artık sadece hafızada bir kale olan çocukluğa.

Çoktan yıkılmış kaleler bunlar.

Hafıza yok artık.


Dayım öldü. Ve annem bunu hiç öğrenemeyecek.

Dayım ve annem. Çocukken.
Bir zamanlar hepimiz mutlu çocuklardık…


EmoticonEmoticon