Televizyonculuğu özlemek... Mümkün mü?

Televizyonculuk tuhaf bir iş.

Başladığınız programın daha ikinci haftasında, eğer işler iyi gidiyorsa (yani programınız izleniyor ve yöneticiler tarafından takdir ediliyorsa) pembe bulutlar uçulur etrafta. Herkes "Tam bir aile olduk!" der. Yalandır bu. Kimse kimseyi o kadar sevmez. Herkesin birbirinin tersine işleyen çıkarları var gibidir. "Hepimiz aynı gemideyiz," duygusu yoktur. Ama o sahte mutluluk, ağız dolusu gülücükler, beraber yemeğe çıkma programları bitmek bilmez.

Aslında şaşılacak bir şey yok. Çoğu aile kadar ikiyüzlüdür, televizyoncuların her programda yeniden kurdukları aile.

Program kötü gitmeye başlayınca aile dağılır. O ailelerin ömrü ratinglerin gücü kadardır. Üç tane reklam kaynağını mutlu etmek için kurulan sahte düzenin, geçici başarılarla örülü aileleri.

Mutluluk süresi kısadır ama işin içindekilere iyi gelir hep.

Neyse...

Derdim, televizyonculuktaki ilişkilerin sahteliğini anlatmak değil. Bilen biliyor. Ayrıca, zamana karşı yapaylık üretebilen bir sistemde, kamera arkasının içtenliğinden söz etmek aptalca olurdu. Kimi aptallıklarım vardır ama televizyon dünyasının bu "hızlı çıkar sistemi"ni göremeyecek kadar da şaşkın değilim.

Aniden "canlı yayın arabası"nı özlediğim bir anda düşündüm bunları. İnsan canlı yayın arabasını özler mi diyebilirsiniz. Özlüyormuş işte. Televizyonculuğu çok özlediğimi söyleyemem. Arada bir, dişime göre bir haber olduğunda aklıma düşüyor sadece. O haberleri de benden daha "televizyoncu diliyle" aktaran bir sürü isim var zaten.

Ama canlı yayın arabası özlemek ilk kez oluyor. Yaşlanıyorum.

Şimdi aklımdaki soru şu: O sahtekarlığı (ve hatta samimiymiş gibi yapma sahtekarlığını) değiştirebilecek bir yayıncılık anlayışı var mı? Yaratılabilir mi? Daha da önemlisi yapılabilir mi?

Bu konu aklıma takıldıkça yazacağım.


EmoticonEmoticon