Şimdiye kadar anlatmaya çalıştığım herşeyin 20 dk lık özeti
Aslan Max Oyunları'nın En Yenisi: Max’ın Fabrikası
Bu oyunda Aslan Max ve arkadaşlarının senin yardımına ihtiyacı var! Max’ın çiftliğinde yetiştirdiğin ürünler ile birlikte çok sayıda dondurma üretebilir, Aslan Max’ın eğlence ve lezzetle dolu dünyasına dahil olabilirsin. Maceraya atılmak için kaybedecek vakit yok! Hayalindeki dondurma şehrini hemen kur, üretime geç ve onlarca eşsiz dondurma ile rakiplerine fark at!
Eğlencenin Yeni Adı: Aslan Max’ın Fabrikası!
Online oyun anlayışına yepyeni bir boyut getirecek olan Aslan Max oyunları, her yaştan kullanıcılarıyla buluşuyor. Max ve arkadaşlarının kurduğu fabrikanın ilk dondurmasını üretmek için senin yardımın lazım! Max çiftliğinde birbirinden lezzetli meyveler yetiştirerek dilediğin dondurmayı hazırlayabilir, her seferinde farklı ürünler yetiştirerek çiftliğinini daha verimli hale getirebilirsin.
Oyuna başlamak için ilk ihtiyacın olan şey limon. Dondurma üretmek için ihtiyacın olan her şeyi üretebilir ve markette bulabilirsin. Dondurma yapma oyununda şehrini genişletmek ve yepyeni dondurmalar üretmek için her gün şehrini ziyaret etmeli ve üretimini arttırmalısın.
Aslan Max Oyunları ile Rekabete Hazır Ol!
Dilersen, oyunu oynayan arkadaşlarının şehirlerini dolaşabilir, o şehirlerden yetişen ürün ve hasatları toplayabilirsin. Ürettiğin ürünleri markette satışa çıkarabilir, ihtiyacın olan her şeyi bu alandan satın alabilir ya da takas edebilirsin. İste sana küçük bir ipucu; marketi sık sık ziyaret edip tüm ihtiyaçlarını kolayca elde ederek, rakiplerinden bir adım önde olman mümkün.
En yakın arkadaşlarınla birlikte Aslan Max’a yardım etmek ve yeni başarılara ulaşmak çok kolay! Arkadaşlarınla birlikte oyun oynamak ise çok daha zevkli. Arkadaşlarının şehir ve çiftlikleri hakkında yorumlar yazarak fikirlerini onlara söyleyebilirsin. Bu oyunda hem sevdiğin arkadaşlarına yardım edebilir, hem de onlarla kıyasıya yarışabilirsin. Yepyeni maceralar ve heyecan dolu bir serüven seni bekliyor!
Deneylerin Higga’nın Dondurma Ar-Ge Laboratuvarında Hayat Bulsun!
Aslan Max ve arkadaşlarının dünyasında hayal ettiğin her şeyi yapabilirsin. Higga’nın dondurma laboratuvarı hayalindeki dondurmayı yaratman ve ona dilediğin ismi vermen için eşsiz bir yer! Sana özel tarifler ile rengarenk dondurmalar hazırlayarak en sevdiğin lezzetleri bir araya getirebilirsin. Unutma, burada kararlar tamamen sana ait. Laboratuvarda hemen yerini al, hayal gücünü konuştur, yaratıcılığını herkese göster!
Max’ın heyecan dolu dünyasında seni bekleyenler bunlarda sınırlı değil. Aslan Max Oyunları içerisinde puzzle ve eşleştirme gibi birbirinden farklı oyunlar da seni bekliyor. Çiftliğindeki ürünlerin yetişmesini beklerken bu mini oyunlarla vaktini değerlendirebilirsin. Oyunda hızlıca ilerlemek ve sonraki aşamalarda seni bekleyen sürprizleri görmek için Max dondurma çubuklarında yer alan kodları kullanabilir ve bu heyecanı zirveye taşıyabilirsin.
Aslan Max’ın Fabrikası Dondurma Oyununu indirmek için:
"Gümüşlük'te kafa dinleyemezsin, Amasra'ya git!"
Gümüşlük yazıları benim için öğretici oluyor.
Neler öğrendim?
1. İlkeleri sevmiyoruz. İlkeli olmayı sevmiyoruz. İlkeler üstünden konuşmak istemiyoruz. Hemen olaya sardıralım, sağlı-sollu girişelim, yüksek perdeden cümleler sallayalım istiyoruz. Gümüşlük'te yaşamakla ilgili müşterekler yaratmak pek umurumuzda değil. Hemen 'vukuata' gelelim istiyoruz. "İyi yazmışsın, hoş demişsin ama falanca restorandaki hesap rezaletini yazsaydın daha iyi olurdu," durumu heyecan veriyor bize.
2. Vurkaç yapmayı seviyoruz. Özellikle bayram günlerinde 'can acıtıcı' hesaplar ödendiğini biliyorum. Bayramdan iki gün önce adam başı 80-90 liraya masadan kalkılan balıkçının, aynı yemek-içki miktarına bayramda 100-120 lira aldığını duydum. Üzücü olan şu; bu duyduğumun gerçekliğine inanıyorum. Oysa "Köyümüzün esnafı yapmaz öyle şey," diyip, sağlam bir defans hattı oluşturmak isterdim. "Bayramda kime ne kadar geçirsek kardır," diyen esnafın nesini savunayım? Kötü giden turizm sezonunun acısını, bir haftalık bayram tatilinde çıkarmaya çalışan ama bu arada Gümüşlük'ün ticari ve turistik marka değerini yerle yeksan eden tüccarın nesini savunayım? Yahu ticaret bu; bu işin önümüzdeki yılı da var. Hay ben senin aklına...
3. Okumayı sevmiyoruz. Fil Uçuşu'nda Gümüşlük üstüne iki yazı yazdım. Bu yazıları okuyanlar, yorumlayanlar ve benimle de konuşanlar oldu. Bir de bu yazıları okumadan, birbirlerine aktaranlar var. "Yine yazı yazmışsın bugün, anlattılar," diyenlere saygılarımla... Üstelik buradaki yine vurgusunu da çözmek zor değil. "Sana mı kaldı be Gümüşlük'ün meselesi" tonuyla, "Yüz verdik deliye, geldi sıçtı halıya" tonu arasında bir vurgu var orada. Okumadan anlayan, anlamadan yorumlayanlara selam olsun.
4. Derdimiz var ama başkası şikayet etsin istiyoruz. "Şunu da yazsana - asıl o değil de bunu yaz - bunu yazarsan çok okunur" korosundan şarkılar dinliyorum. "Yazalım bunu," dediğimde "Benim adımı verme ama" solosu başlıyor. Çünkü ilkeleri konuşacağımıza kavga etmek istiyoruz. Adımız kavgacıya çıkmasın diye, susmayı tercih ediyoruz. Seviyoruz Gümüşlük'ü, ama uzaktan... Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli...
5. Suçu başkasına atmayı seviyoruz. Memleketin iliklerine işlemiş cümle burada da var: "Ben yapmadım, o yaptı!" Konuştuğum herkes Gümüşlük için canını vermeye hazır. Mekan sahipleri köyün bu hallerini görünce ağlayacak gibi oluyor. Tatile gelenler çok bozuldu burası, çok üzülüyoruz derdindeler. Yerli halk bayram geçse de rahatlasak ile bayramda ne kazansak kardır arasında bunalımda. Buraya yerleşenler ben de dışarıdan geldim ama ben düşünceli bir kişiyim, bu pisler gibi davranmıyorum filmini çekiyor. O yapmadı, bu yapmadı? Kim yaptı be, Miki mi yaptı? Bütün mekan sahipleri, bir yanındaki mekandan şikayetçi: Müzik olayını bilmemkim başlattı, falanca mekan az personelle servis yapıp voli vurmaya çalışıyor, öbürkünün zaten belediyede tanıdığı varmış, beriki sütten çıkma ak kaşıkmış ama o yapıyorsa ben neden yapmayacakmışım. İşte çözüm bulundu; o yapıyorsa ben de yaparım. Herkesin melek olduğu bir köyde, şeytani olayları kimin gerçekleştirdiğini bulmak zorundayız. Yaşasın Gümüşlük polisiyesi...
6. Yaşadığımız ya da ziyaret ettiğimiz yerle ilişki kurmayı sevmiyoruz. Ya da kendimiz ilişkiden ne anlıyorsak onu uyguluyoruz. Karşı tarafı dinlemekten hoşlanmayız biz, bu konuda da aynı davranıyoruz. Gümüşlük'ün bize anlatacakları olabilir ama hangimizin umurunda. Biz ne dersek odur sonuçta. Ey şanlı ülkem, ey onurlu vatandaşım, diyalog dediğin nedir ki, senin hayatın koca bir monolog!
7. En iyisini BİZ biliyoruz. İkinci bir görüşü dinlemeye ihtiyacımız yok. Bayılırım ülkemin bu özgüvenine. Mesut Süre'nin dediği gibi; Az bilgiyi yüksek özgüvenle pompala, elbet masada sana inanan biri çıkar. Örneğin ben Gümüşlük hakkında çok az şey biliyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. Buraya yerleşmenin sonucundaki bir merak değil bu, kısa süreliğine gittiğim yerlerde de değişmez bu bakış açım. Öğrenmeye çalışırken düşüncelerimi paylaşıyorum, tartışmaya açıyorum. Karşılığında "Sen de Bizimkiler dizisinin Sabri Bey'i gibi oldun," denmesine aldırmadan. İkinci ve üçüncü şahıs anlatılarını da önemseyerek. (Bir sonraki maddede bunun örneğini göreceksiniz.)
8. Gümüşlük ve Müşterekler başlıklı yazımın altına, adını vermek istemeyen biri şu yorumu yapmış.
Türkiye'nin bir numaralı eğlence merkezi Bodrum'un bir köşesine yerleşip "aman buralar bozulmasın" demek çok saçma. Nitekim dişarıdan buraya yerleşen herkes mevcut rantı biraz daha arttırıyor ve Bodrum markasının özü de eğlence ve gece hayatı. Gençler ve yaşlanmayanlar yorulana kadar eğlenme, bayılana kadar içme ve sabahlara kadar sohbet ve muhabbet etme özgürlüğü arıyor Bodrum'da. Bundan rahatsız olanlar, erken yatıp geç kalkmak ve özellikle de kafa dinlemek isteyenler Bodrum'u tercih etmesinler ve boşuna ranta katkıda bulunmasınlar. Enfes bir deniz, tertemiz bir doğa, sakin bir ortam ve mantıklı fiyatlara rakı-balık sofrası arayanlar bunları Amasra'da da bulabilirler.
Bu kişiyle tanışıp sohbet etmek isterdim. Elbette kendi bakış açısıyla çok ama çok haklı. "Huysuz ihtiyar" olarak tanımladığı nüfusu Amasra'ya davet ediyor. Fena fikir değil aslında...Elbette Bodrum'un tarihinden, Balıkçı'dan Mavi Yolculuk'a uzanan süreçten haberi olmayabilir bu kişinin ama genel algıyı okuyabilmek için birkaç veri var yazdıklarında. Bir; Bodrum yarımadasını 'homojen' bir yapı olarak görüyor. İki; bu 'homojen' olma halinin ana maddesinin 'eğlence ve gece hayatı' olduğuna inanıyor. Üç; eğlenmek fiilinin içki-sohbet-dans-müzik vb ile oluştuğuna inanıyor. Dört; ülkeye hakim olan "Burası böyle kardeşim, beğenmiyorsan çeker gidersin" diline yenik düştüğünün farkında değil. Beş; turizm ideolojisini hiç anlamamış.
Yine de bu genç ve eğlenmeyi çok iyi bilen arkadaşım haklı. Özellikle rant konusundaki sözlerini ciddiye almalı. Eğer Gümüşlük'ü dinlemeyi başaramadığımız gibi, dinletmeyi de başaramazsak çekip Amasra'ya gitmemiz gerekiyor. "Gençler ve yaşlanmayanlar" demesi beni biraz üzdüyse de, çabuk toparlandım. Ayrıca eğlenmekten zaman bulup bana uğrarsa, bu arkadaşa da vereceğim kitaplar var. Bayılana kadar okuyabilir.
9. Bu yazı çok uzun oldu, kimse okumayacak biliyorum. Ama sabah yürüyüşünden sonra bir enerjik oluyorum ki sormayın. Üstelik dün akşam bayılana kadar içmiştim...
Gümüşlük hakkında yazmaya devam edeceğim.
Neler öğrendim?
1. İlkeleri sevmiyoruz. İlkeli olmayı sevmiyoruz. İlkeler üstünden konuşmak istemiyoruz. Hemen olaya sardıralım, sağlı-sollu girişelim, yüksek perdeden cümleler sallayalım istiyoruz. Gümüşlük'te yaşamakla ilgili müşterekler yaratmak pek umurumuzda değil. Hemen 'vukuata' gelelim istiyoruz. "İyi yazmışsın, hoş demişsin ama falanca restorandaki hesap rezaletini yazsaydın daha iyi olurdu," durumu heyecan veriyor bize.
2. Vurkaç yapmayı seviyoruz. Özellikle bayram günlerinde 'can acıtıcı' hesaplar ödendiğini biliyorum. Bayramdan iki gün önce adam başı 80-90 liraya masadan kalkılan balıkçının, aynı yemek-içki miktarına bayramda 100-120 lira aldığını duydum. Üzücü olan şu; bu duyduğumun gerçekliğine inanıyorum. Oysa "Köyümüzün esnafı yapmaz öyle şey," diyip, sağlam bir defans hattı oluşturmak isterdim. "Bayramda kime ne kadar geçirsek kardır," diyen esnafın nesini savunayım? Kötü giden turizm sezonunun acısını, bir haftalık bayram tatilinde çıkarmaya çalışan ama bu arada Gümüşlük'ün ticari ve turistik marka değerini yerle yeksan eden tüccarın nesini savunayım? Yahu ticaret bu; bu işin önümüzdeki yılı da var. Hay ben senin aklına...
3. Okumayı sevmiyoruz. Fil Uçuşu'nda Gümüşlük üstüne iki yazı yazdım. Bu yazıları okuyanlar, yorumlayanlar ve benimle de konuşanlar oldu. Bir de bu yazıları okumadan, birbirlerine aktaranlar var. "Yine yazı yazmışsın bugün, anlattılar," diyenlere saygılarımla... Üstelik buradaki yine vurgusunu da çözmek zor değil. "Sana mı kaldı be Gümüşlük'ün meselesi" tonuyla, "Yüz verdik deliye, geldi sıçtı halıya" tonu arasında bir vurgu var orada. Okumadan anlayan, anlamadan yorumlayanlara selam olsun.
4. Derdimiz var ama başkası şikayet etsin istiyoruz. "Şunu da yazsana - asıl o değil de bunu yaz - bunu yazarsan çok okunur" korosundan şarkılar dinliyorum. "Yazalım bunu," dediğimde "Benim adımı verme ama" solosu başlıyor. Çünkü ilkeleri konuşacağımıza kavga etmek istiyoruz. Adımız kavgacıya çıkmasın diye, susmayı tercih ediyoruz. Seviyoruz Gümüşlük'ü, ama uzaktan... Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli...
5. Suçu başkasına atmayı seviyoruz. Memleketin iliklerine işlemiş cümle burada da var: "Ben yapmadım, o yaptı!" Konuştuğum herkes Gümüşlük için canını vermeye hazır. Mekan sahipleri köyün bu hallerini görünce ağlayacak gibi oluyor. Tatile gelenler çok bozuldu burası, çok üzülüyoruz derdindeler. Yerli halk bayram geçse de rahatlasak ile bayramda ne kazansak kardır arasında bunalımda. Buraya yerleşenler ben de dışarıdan geldim ama ben düşünceli bir kişiyim, bu pisler gibi davranmıyorum filmini çekiyor. O yapmadı, bu yapmadı? Kim yaptı be, Miki mi yaptı? Bütün mekan sahipleri, bir yanındaki mekandan şikayetçi: Müzik olayını bilmemkim başlattı, falanca mekan az personelle servis yapıp voli vurmaya çalışıyor, öbürkünün zaten belediyede tanıdığı varmış, beriki sütten çıkma ak kaşıkmış ama o yapıyorsa ben neden yapmayacakmışım. İşte çözüm bulundu; o yapıyorsa ben de yaparım. Herkesin melek olduğu bir köyde, şeytani olayları kimin gerçekleştirdiğini bulmak zorundayız. Yaşasın Gümüşlük polisiyesi...
6. Yaşadığımız ya da ziyaret ettiğimiz yerle ilişki kurmayı sevmiyoruz. Ya da kendimiz ilişkiden ne anlıyorsak onu uyguluyoruz. Karşı tarafı dinlemekten hoşlanmayız biz, bu konuda da aynı davranıyoruz. Gümüşlük'ün bize anlatacakları olabilir ama hangimizin umurunda. Biz ne dersek odur sonuçta. Ey şanlı ülkem, ey onurlu vatandaşım, diyalog dediğin nedir ki, senin hayatın koca bir monolog!
7. En iyisini BİZ biliyoruz. İkinci bir görüşü dinlemeye ihtiyacımız yok. Bayılırım ülkemin bu özgüvenine. Mesut Süre'nin dediği gibi; Az bilgiyi yüksek özgüvenle pompala, elbet masada sana inanan biri çıkar. Örneğin ben Gümüşlük hakkında çok az şey biliyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. Buraya yerleşmenin sonucundaki bir merak değil bu, kısa süreliğine gittiğim yerlerde de değişmez bu bakış açım. Öğrenmeye çalışırken düşüncelerimi paylaşıyorum, tartışmaya açıyorum. Karşılığında "Sen de Bizimkiler dizisinin Sabri Bey'i gibi oldun," denmesine aldırmadan. İkinci ve üçüncü şahıs anlatılarını da önemseyerek. (Bir sonraki maddede bunun örneğini göreceksiniz.)
8. Gümüşlük ve Müşterekler başlıklı yazımın altına, adını vermek istemeyen biri şu yorumu yapmış.
Türkiye'nin bir numaralı eğlence merkezi Bodrum'un bir köşesine yerleşip "aman buralar bozulmasın" demek çok saçma. Nitekim dişarıdan buraya yerleşen herkes mevcut rantı biraz daha arttırıyor ve Bodrum markasının özü de eğlence ve gece hayatı. Gençler ve yaşlanmayanlar yorulana kadar eğlenme, bayılana kadar içme ve sabahlara kadar sohbet ve muhabbet etme özgürlüğü arıyor Bodrum'da. Bundan rahatsız olanlar, erken yatıp geç kalkmak ve özellikle de kafa dinlemek isteyenler Bodrum'u tercih etmesinler ve boşuna ranta katkıda bulunmasınlar. Enfes bir deniz, tertemiz bir doğa, sakin bir ortam ve mantıklı fiyatlara rakı-balık sofrası arayanlar bunları Amasra'da da bulabilirler.
Bu kişiyle tanışıp sohbet etmek isterdim. Elbette kendi bakış açısıyla çok ama çok haklı. "Huysuz ihtiyar" olarak tanımladığı nüfusu Amasra'ya davet ediyor. Fena fikir değil aslında...Elbette Bodrum'un tarihinden, Balıkçı'dan Mavi Yolculuk'a uzanan süreçten haberi olmayabilir bu kişinin ama genel algıyı okuyabilmek için birkaç veri var yazdıklarında. Bir; Bodrum yarımadasını 'homojen' bir yapı olarak görüyor. İki; bu 'homojen' olma halinin ana maddesinin 'eğlence ve gece hayatı' olduğuna inanıyor. Üç; eğlenmek fiilinin içki-sohbet-dans-müzik vb ile oluştuğuna inanıyor. Dört; ülkeye hakim olan "Burası böyle kardeşim, beğenmiyorsan çeker gidersin" diline yenik düştüğünün farkında değil. Beş; turizm ideolojisini hiç anlamamış.
Yine de bu genç ve eğlenmeyi çok iyi bilen arkadaşım haklı. Özellikle rant konusundaki sözlerini ciddiye almalı. Eğer Gümüşlük'ü dinlemeyi başaramadığımız gibi, dinletmeyi de başaramazsak çekip Amasra'ya gitmemiz gerekiyor. "Gençler ve yaşlanmayanlar" demesi beni biraz üzdüyse de, çabuk toparlandım. Ayrıca eğlenmekten zaman bulup bana uğrarsa, bu arkadaşa da vereceğim kitaplar var. Bayılana kadar okuyabilir.
9. Bu yazı çok uzun oldu, kimse okumayacak biliyorum. Ama sabah yürüyüşünden sonra bir enerjik oluyorum ki sormayın. Üstelik dün akşam bayılana kadar içmiştim...
Gümüşlük hakkında yazmaya devam edeceğim.
Gümüşlük ve Müşterekler
Birsen Tezer, OffGümüşlük sahnesindeydi.
Ekip mükemmel, Birsen şahane, gece yumuşak, mekan tıklım tıklım...
Dinleyici profili iyi. Herkes 'gerçekten' müzik dinlemeye gelmiş. Hal böyle olunca Birsen Tezer'in saat 23.45'te "15 dakika sonra bırakmamız gerekiyor," demesi homurdanmalara yol açıyor. Herkes istiyor ki konser sabahlara kadar sürsün.
İşte tam bu noktada Birsen Tezer, Gümüşlük'te yüksek volümlü müziğin saat 24'te kesilmesi kuralıyla ilgili harika bir cümle kuruyor: "Aman söylenmeyin böyle bir kural var diye, iyi ki var," diyor ve ekliyor: "Bütün renkler kirlenirken, biz Gümüşlük'ün harika renklerinin kirlenmesine izin vermeyelim. Burayı sessizliği, doğallığı, samimiyeti için seviyoruz. Öyle kalması için de ne gerekiyorsa yapalım."
Harikasın Birsen. (Kanun solosunu biraz daha uzatabilirdin ama olsun, gerçekten harikasın.)
Birsen'in anlatışı önemli ve zihin açıcı. Fil Uçuşu'ndaki "Gümüşlük ve gürültü" yazımla ilgili katkı sağlayıcı cümleler duydum köyümüzün sakinlerinden. Oysa herkesin bildiği, aralarında konuştuğu konuları aktarmaktan başka bir şey yapmamıştım. Demek ki daha çok konuşulması, daha çok yazılması lazım.
Aman yanlış anlaşılmasın. Müziğe-eğlenceye düşman biri değilim. Bilenler bilir... Sadece dengede yürümeyi seviyorum. Şuna benzetirim durumu: Kimi zaman evlenen-birlikte olmaya başlayan çiftlerden biri, diğerini kendine benzetmeye çalışır. Pespaye bir şeydir bu. İster yaşam seçimi olsun, ister ticari nedenler olsun, buraya yerleşenlerin de Gümüşlük'ü "kendilerine benzetmeye" hakları yok. Hem kendin olmak hem de burayı anlamak mümkün.
Aman! Uzattım. Eğlenmekse eğleneceğiz ama Gümüşlük de Gümüşlük olarak kalacak. Bu kadar net.
Bunun için yapılması gereken müştereklere saygı duymak. (Hanımlar, beyler! Biz "Müşterekler"e saygı duymayı Gezi'de öğrenmedik mi?)
Gelelim "müşterekler" üstünden örneklere...
Gümüşlük'ün gökyüzü müştereğimizdir. Hikayeler yazdık o gökyüzüne bakarak, o yıldızların altında aşık olduk, dertlendik, eğlendik. Bu gökyüzünü "lazer ışıklarınızla" çizmeyin lütfen.
Gümüşlük sahili müştereğimizdir. Sigara izmaritinizle, bira şişenizle, çöpünüzle burayı kirletmeyin lütfen. (Gece boyunca iki meze fazla satmak için bin takla atan mekan sahipleri, sabahın erken saatlerinde dükkanlarınızın önü nasıl bir çöp yığını oluyor farkında mısınız?)
Gümüşlük mekanları müştereğimizdir. O mekanların müdavimi olalım olmayalım, gidelim gitmeyelim onlara sahip çıkmalıyız.
"Şu masayı istiyorum, rezerve olması umrumda değil, çünkü ben çok para bırakacağım," diyen tatilci! Bu yazıyı okuduğunu sanmıyorum ama okursan sana çok para vereceğim, çünkü belli ki sadece bundan anlıyorsun. Ama bil ki parayla insanlık olmuyor be delikanlı!
Masaya ne geldiyse silip süpüren, karnı doyup sıra hesap ödemeye geldiğinde "Şu lezzetli değildi, bunun servisi kötüydü, öbürünü beğenmedim," diye indirim almaya çalışan cinfikirli müşteri! İtirazın varsa ekmeği salataya şamandıra yapmadan söyle. Hesap sırasındaki "numaraların" hak arayışı değil, hak yemek oluyor. Mekan sahiplerini köşeye sıkıştırmakta arama eğlenceyi.
Çocuklu aileler "önceliklidir" ama "ayrıcalıklı" değildir. Elbette hem mekandakiler, hem de diğer müşteriler çocuğunuzun yemeğinin-içeceğinin erken gelmesine, rahat etmesine gereken özeni gösterir. Önceliktir bu. Ama çocuğunuzun mekanda dilediğince koşuşturması, başka masaları rahatsız etmesi, tabletten açtığınız çizgi filmi bangır bangır dinlemesi "ayrıcalığına" sahip değilsiniz. Hoyrat eğlence anlayışınız için çocuğunuzu kullanmayın. (Yahu bir de düşünün, o çocuklar büyüyecek ve onlardan "eşitlik" bekleyeceğiz biz.)
"Gümüşlük'e gittik, eğlencenin dibine vurduk," diyen kahkaha makinaları. Ne güzeldir eğlenmek. Ama yan masada-şezlongta kitap okuyan adamın da çok eğlendiğini unutmayınız. (İsteyene kitap verebilirim, okumak eyleminin ne kadar eğlenceli olduğuna inanamayacaksınız.)
Gümüşlük denizi müştereğimizdir. Ama pet şişeler meselesine hiç girmeyeceğim. Dünya kendini yiyip bitirirken kimse denizleri kirletecek kadar salak değildir ne de olsa!
Gümüşlük geceleri müştereğimizdir. Hem eğlenmeyi, hem sessizliğin içinde kaybolmayı başaracağımız gecelerdir onlar. İyi müziğin, kötü müziği kovacağı geceler. Hepimize ait ve hiçbirimizin tekelinde değil.
Gümüşlük sohbetleri müştereğimizdir. Dedikodudan, boş lakırdıdan ve gevezelikten uzakta.
Baktım da uzun bir yazı olmuş. Gevezelik sevilmez. Kusura bakmayın, çenem düşüyor bazen. Sahil boyunca, elleri arkasında yürüyen huysuz amcalara döndüm. Beni bu hallere düşürenler utansın!
Gümüşlük hakkında yazmaya devam edeceğim.
Not: Müştereklerimiz konusunda benzersiz bir kitap tavsiye etmek isterim. İlgilenenlere. Jay Walljasper'in derlediği "Müştereklerimiz" Metis Yayınları etiketiyle piyasaya çıkmıştı.
Ekip mükemmel, Birsen şahane, gece yumuşak, mekan tıklım tıklım...
Dinleyici profili iyi. Herkes 'gerçekten' müzik dinlemeye gelmiş. Hal böyle olunca Birsen Tezer'in saat 23.45'te "15 dakika sonra bırakmamız gerekiyor," demesi homurdanmalara yol açıyor. Herkes istiyor ki konser sabahlara kadar sürsün.
İşte tam bu noktada Birsen Tezer, Gümüşlük'te yüksek volümlü müziğin saat 24'te kesilmesi kuralıyla ilgili harika bir cümle kuruyor: "Aman söylenmeyin böyle bir kural var diye, iyi ki var," diyor ve ekliyor: "Bütün renkler kirlenirken, biz Gümüşlük'ün harika renklerinin kirlenmesine izin vermeyelim. Burayı sessizliği, doğallığı, samimiyeti için seviyoruz. Öyle kalması için de ne gerekiyorsa yapalım."
Harikasın Birsen. (Kanun solosunu biraz daha uzatabilirdin ama olsun, gerçekten harikasın.)
Birsen'in anlatışı önemli ve zihin açıcı. Fil Uçuşu'ndaki "Gümüşlük ve gürültü" yazımla ilgili katkı sağlayıcı cümleler duydum köyümüzün sakinlerinden. Oysa herkesin bildiği, aralarında konuştuğu konuları aktarmaktan başka bir şey yapmamıştım. Demek ki daha çok konuşulması, daha çok yazılması lazım.
Aman yanlış anlaşılmasın. Müziğe-eğlenceye düşman biri değilim. Bilenler bilir... Sadece dengede yürümeyi seviyorum. Şuna benzetirim durumu: Kimi zaman evlenen-birlikte olmaya başlayan çiftlerden biri, diğerini kendine benzetmeye çalışır. Pespaye bir şeydir bu. İster yaşam seçimi olsun, ister ticari nedenler olsun, buraya yerleşenlerin de Gümüşlük'ü "kendilerine benzetmeye" hakları yok. Hem kendin olmak hem de burayı anlamak mümkün.
Aman! Uzattım. Eğlenmekse eğleneceğiz ama Gümüşlük de Gümüşlük olarak kalacak. Bu kadar net.
Bunun için yapılması gereken müştereklere saygı duymak. (Hanımlar, beyler! Biz "Müşterekler"e saygı duymayı Gezi'de öğrenmedik mi?)
Gelelim "müşterekler" üstünden örneklere...
Gümüşlük'ün gökyüzü müştereğimizdir. Hikayeler yazdık o gökyüzüne bakarak, o yıldızların altında aşık olduk, dertlendik, eğlendik. Bu gökyüzünü "lazer ışıklarınızla" çizmeyin lütfen.
Gümüşlük sahili müştereğimizdir. Sigara izmaritinizle, bira şişenizle, çöpünüzle burayı kirletmeyin lütfen. (Gece boyunca iki meze fazla satmak için bin takla atan mekan sahipleri, sabahın erken saatlerinde dükkanlarınızın önü nasıl bir çöp yığını oluyor farkında mısınız?)
Gümüşlük mekanları müştereğimizdir. O mekanların müdavimi olalım olmayalım, gidelim gitmeyelim onlara sahip çıkmalıyız.
"Şu masayı istiyorum, rezerve olması umrumda değil, çünkü ben çok para bırakacağım," diyen tatilci! Bu yazıyı okuduğunu sanmıyorum ama okursan sana çok para vereceğim, çünkü belli ki sadece bundan anlıyorsun. Ama bil ki parayla insanlık olmuyor be delikanlı!
Masaya ne geldiyse silip süpüren, karnı doyup sıra hesap ödemeye geldiğinde "Şu lezzetli değildi, bunun servisi kötüydü, öbürünü beğenmedim," diye indirim almaya çalışan cinfikirli müşteri! İtirazın varsa ekmeği salataya şamandıra yapmadan söyle. Hesap sırasındaki "numaraların" hak arayışı değil, hak yemek oluyor. Mekan sahiplerini köşeye sıkıştırmakta arama eğlenceyi.
Çocuklu aileler "önceliklidir" ama "ayrıcalıklı" değildir. Elbette hem mekandakiler, hem de diğer müşteriler çocuğunuzun yemeğinin-içeceğinin erken gelmesine, rahat etmesine gereken özeni gösterir. Önceliktir bu. Ama çocuğunuzun mekanda dilediğince koşuşturması, başka masaları rahatsız etmesi, tabletten açtığınız çizgi filmi bangır bangır dinlemesi "ayrıcalığına" sahip değilsiniz. Hoyrat eğlence anlayışınız için çocuğunuzu kullanmayın. (Yahu bir de düşünün, o çocuklar büyüyecek ve onlardan "eşitlik" bekleyeceğiz biz.)
"Gümüşlük'e gittik, eğlencenin dibine vurduk," diyen kahkaha makinaları. Ne güzeldir eğlenmek. Ama yan masada-şezlongta kitap okuyan adamın da çok eğlendiğini unutmayınız. (İsteyene kitap verebilirim, okumak eyleminin ne kadar eğlenceli olduğuna inanamayacaksınız.)
Gümüşlük denizi müştereğimizdir. Ama pet şişeler meselesine hiç girmeyeceğim. Dünya kendini yiyip bitirirken kimse denizleri kirletecek kadar salak değildir ne de olsa!
Gümüşlük geceleri müştereğimizdir. Hem eğlenmeyi, hem sessizliğin içinde kaybolmayı başaracağımız gecelerdir onlar. İyi müziğin, kötü müziği kovacağı geceler. Hepimize ait ve hiçbirimizin tekelinde değil.
Gümüşlük sohbetleri müştereğimizdir. Dedikodudan, boş lakırdıdan ve gevezelikten uzakta.
Baktım da uzun bir yazı olmuş. Gevezelik sevilmez. Kusura bakmayın, çenem düşüyor bazen. Sahil boyunca, elleri arkasında yürüyen huysuz amcalara döndüm. Beni bu hallere düşürenler utansın!
Gümüşlük hakkında yazmaya devam edeceğim.
Not: Müştereklerimiz konusunda benzersiz bir kitap tavsiye etmek isterim. İlgilenenlere. Jay Walljasper'in derlediği "Müştereklerimiz" Metis Yayınları etiketiyle piyasaya çıkmıştı.
Gümüşlük ve gürültü
Gümüşlük gece 12'de sessizliğe bürünüyor.
Saat 24'te. Yani tam geceyarısı. Külkedisi benzetmesini sevenler için bulunmaz nimet.
Sessizlik.
Yani Gümüşlük'te eğlence mekanlarından, restoranlardan yükselen müzik sesine saat 24'e kadar izin veriliyor. Bu saatten sonra sokaklara taşacak kadar yüksek sese izin yok. Mekanın içinde kalan hafif bir müziğe kimsenin itirazı yok tabii.
Bir kuraldan söz ediyorum. Yasakları sevmeyen biri olarak "kural" diye tanımlamayı seçiyorum. Herkesin hemfikir olduğu, üstünde anlaşmaya vardığı bir uygulama diyelim.
Herkesin mi? Hayır.
Her tatil beldesinde olduğu gibi Gümüşlük'te de "karışık" bir nüfus var. Yerli halk, zamanla yerlileşmiş halk, yerli halkın yaşam dinamiklerini anlamış ve buna özen gösteren uzun süreli ziyaretçiler ve tatilciler.
Doğma büyüme Gümüşlüklü birinin dediği gibi, kızılderililer ve yankiler.
Bu yıl, Gümüşlük gürültülü. Ülke turizminin kafa karışıklığı, buraya da yansımış durumda. İşletme sahipleri, oldukça kötü giden turizm mevsiminde dik durmaya çabalıyor. Bu çaba, pragmatik kararları da yanında getiriyor elbette. Bayram tatilcilerinin "sabahlara kadar eğlence" isteği, ortak yaşamın kurallarını yerle bir edebiliyor. Mekanlar kısa sürede, sezona yayılan zararı aza indirgemek için kuralsız-hazırlıksız-hesapsız davranmak durumunda. Müzikse müzik, yetersiz personelse yetersiz personel, yüksek fiyatsa yüksek fiyat. Sezonu kurtarmak için ne yapılması gerekiyorsa yapma çabası.
Gümüşlük'ü bilenler, o kısa ve dar sahil şeridini de bilir. O şeritte yürümenin bile zorlaştığı dakikalarda birbirine karışan müziklerle geçiyor bayram günleri. Bütün işletmeler duruma kendi penceresinden bakıyor. Böyle bir bakışta durumu rasyonelleştirmek zor değil elbette. "Benim müşterim kafasını dinlemek istiyor," diyenler yüksek sese öfkeli, "Tatil dediğin biraz da eğlencedir, burayı kendi içine kapatmaya kimsenin hakkı yok," diyenler saat 24 kuralına karşı.
İki gece önce, sahilin bir noktasında, dört ayrı müzik tarzını aynı anda dinleyebildim. Caz gitarına darbuka sesi, Türkçe şarkılara hiphop basları karıştı durdu. Gümüşlük gürültüsü ile böylece tanışmış oldum.
Onlarca koyu ve farklı yaşamları olan Bodrum'da, Gümüşlük'ün de "birörnek eğlence anlayışına" mahkum edilmeye çalışıldığını görmek -kişisel olarak- hüzün verici. "Tonla para harcadık, basları gümbür gümbür bir ses sistemi kurduk, Gümüşlük'e gerçek Bodrum eğlencesini getiriyoruz," diyen bir turizm ticaretinin, bu küçük kasabayı anladığını kimse söyleyemez. Dileyen bu "gümgüm baslı" eğlenceyi Bodrum'un başka bir koyunda yaşayabilir ama Myndos'un böyle bir beklentisi yok ki...
Oysa teknik çözümleri de var bu konunun. Sesi sadece mekanda tutan, dışarından duyulmayacak ses sistemleri var. Dünyanın birçok "sakin" turizm beldesi kullanıyor bu sistemleri. İsteyen eğlenceye-müziğe doyuyor ama bir kasabanın markası haline gelmiş "sessizliğe-sakinliğe" de zarar vermiyor.
Müziğin esrikliği ile iki kadeh fazla içki satmak, zorlu turizm yılında işletmelerin hoşuna gidiyor. Saat 24 kuralının esnetebildiği kadar esnetmek istiyor mekanlar. Oysa kalıcı çözümler, bu vurkaç anlayışından çok daha etkili olacaktır.
İşin kötüsü bu durum kızılderililerle yankileri karşı karşıya da getiriyor. Kimileri elinde telefon saat 24'ü bekliyor ve hemen jandarmaya "gürültü şikayetinde" bulunuyor. Kavgacı olmadan çözemiyoruz sorunları.
Gümüşlük'ün bu sorunları özeceğine inanıyorum. Yıllar içinde çokça sorununu çözdü bu kasaba. Hem de güle oynaya. Bu yıl artan "gürültü kirliliği" de çözülecektir.
Bunun için halktan Belediye'ye, işletmelerden kısa süreliğine gelen tatilcilere, herkesin çabası ve karşılıklı anlayışı gerekiyor. (Bayram tatili çılgınlığından sonra, bu anlayışlı dilin çok daha rahat bir şekilde kurulacağına inanıyorum.)
Gümüşlük bu günlerde gürültülü.
Ama ben iyi niyetli ve sakinim. Geçecektir.
Saat 24'te. Yani tam geceyarısı. Külkedisi benzetmesini sevenler için bulunmaz nimet.
Sessizlik.
Yani Gümüşlük'te eğlence mekanlarından, restoranlardan yükselen müzik sesine saat 24'e kadar izin veriliyor. Bu saatten sonra sokaklara taşacak kadar yüksek sese izin yok. Mekanın içinde kalan hafif bir müziğe kimsenin itirazı yok tabii.
Bir kuraldan söz ediyorum. Yasakları sevmeyen biri olarak "kural" diye tanımlamayı seçiyorum. Herkesin hemfikir olduğu, üstünde anlaşmaya vardığı bir uygulama diyelim.
Herkesin mi? Hayır.
Her tatil beldesinde olduğu gibi Gümüşlük'te de "karışık" bir nüfus var. Yerli halk, zamanla yerlileşmiş halk, yerli halkın yaşam dinamiklerini anlamış ve buna özen gösteren uzun süreli ziyaretçiler ve tatilciler.
Doğma büyüme Gümüşlüklü birinin dediği gibi, kızılderililer ve yankiler.
Bu yıl, Gümüşlük gürültülü. Ülke turizminin kafa karışıklığı, buraya da yansımış durumda. İşletme sahipleri, oldukça kötü giden turizm mevsiminde dik durmaya çabalıyor. Bu çaba, pragmatik kararları da yanında getiriyor elbette. Bayram tatilcilerinin "sabahlara kadar eğlence" isteği, ortak yaşamın kurallarını yerle bir edebiliyor. Mekanlar kısa sürede, sezona yayılan zararı aza indirgemek için kuralsız-hazırlıksız-hesapsız davranmak durumunda. Müzikse müzik, yetersiz personelse yetersiz personel, yüksek fiyatsa yüksek fiyat. Sezonu kurtarmak için ne yapılması gerekiyorsa yapma çabası.
Gümüşlük'ü bilenler, o kısa ve dar sahil şeridini de bilir. O şeritte yürümenin bile zorlaştığı dakikalarda birbirine karışan müziklerle geçiyor bayram günleri. Bütün işletmeler duruma kendi penceresinden bakıyor. Böyle bir bakışta durumu rasyonelleştirmek zor değil elbette. "Benim müşterim kafasını dinlemek istiyor," diyenler yüksek sese öfkeli, "Tatil dediğin biraz da eğlencedir, burayı kendi içine kapatmaya kimsenin hakkı yok," diyenler saat 24 kuralına karşı.
İki gece önce, sahilin bir noktasında, dört ayrı müzik tarzını aynı anda dinleyebildim. Caz gitarına darbuka sesi, Türkçe şarkılara hiphop basları karıştı durdu. Gümüşlük gürültüsü ile böylece tanışmış oldum.
Onlarca koyu ve farklı yaşamları olan Bodrum'da, Gümüşlük'ün de "birörnek eğlence anlayışına" mahkum edilmeye çalışıldığını görmek -kişisel olarak- hüzün verici. "Tonla para harcadık, basları gümbür gümbür bir ses sistemi kurduk, Gümüşlük'e gerçek Bodrum eğlencesini getiriyoruz," diyen bir turizm ticaretinin, bu küçük kasabayı anladığını kimse söyleyemez. Dileyen bu "gümgüm baslı" eğlenceyi Bodrum'un başka bir koyunda yaşayabilir ama Myndos'un böyle bir beklentisi yok ki...
Oysa teknik çözümleri de var bu konunun. Sesi sadece mekanda tutan, dışarından duyulmayacak ses sistemleri var. Dünyanın birçok "sakin" turizm beldesi kullanıyor bu sistemleri. İsteyen eğlenceye-müziğe doyuyor ama bir kasabanın markası haline gelmiş "sessizliğe-sakinliğe" de zarar vermiyor.
Müziğin esrikliği ile iki kadeh fazla içki satmak, zorlu turizm yılında işletmelerin hoşuna gidiyor. Saat 24 kuralının esnetebildiği kadar esnetmek istiyor mekanlar. Oysa kalıcı çözümler, bu vurkaç anlayışından çok daha etkili olacaktır.
İşin kötüsü bu durum kızılderililerle yankileri karşı karşıya da getiriyor. Kimileri elinde telefon saat 24'ü bekliyor ve hemen jandarmaya "gürültü şikayetinde" bulunuyor. Kavgacı olmadan çözemiyoruz sorunları.
Gümüşlük'ün bu sorunları özeceğine inanıyorum. Yıllar içinde çokça sorununu çözdü bu kasaba. Hem de güle oynaya. Bu yıl artan "gürültü kirliliği" de çözülecektir.
Bunun için halktan Belediye'ye, işletmelerden kısa süreliğine gelen tatilcilere, herkesin çabası ve karşılıklı anlayışı gerekiyor. (Bayram tatili çılgınlığından sonra, bu anlayışlı dilin çok daha rahat bir şekilde kurulacağına inanıyorum.)
Gümüşlük bu günlerde gürültülü.
Ama ben iyi niyetli ve sakinim. Geçecektir.
İlkokul öğretmenimi 'ihbar' ediyorum, bana Aziz Nesin okuttu!
İlkokulu Ankara'da Teğmen Kalmaz İlkokulu'nda okudum.
Önlüklerimiz maviydi. Sınıflarımız kalabalıktı. Her sırada üç kişi otururduk. Dörtlememiz gereken zamanlar bile olmuştu.
Sınıf öğretmenimizin adı Sabahat Yılmaz idi.
Ufak tefek, yumuşak sesli bir öğretmendi.
Kimi zaman sabrı taşar cetveli aline alırdı ama çoğunlukla sakin, anlayışlı bir öğretmendi. Ders aralarında oyunlar oynatırdı bize. Sevgisi öfkesinden fazlaydı hep.
Üçüncü sınıftayken bir kitap okutmuştu. Her gün, son derste. Çoğunlukla beni tahtaya diker, bana okuturdu. Ayrıcalık yapmamak için "Okumak isteyen var mı?" diye sorardı önce. Kimi gün başka bir arkadaşım okurdu ama çoğunlukla 'iş' bana kalırdı.
Her gün bir bölüm. İlk günden sonra, kendime güvenim artmıştı, biraz 'rol keserek' okumaya başlamıştım.
Gözümüzden yaşlar gelene kadar gülerdik. Ben okurken gülmemek için kendimi zor tutardım. Eğer zaman kaldıysa okuduğumuz bölümle ilgili yorumlarımızı dinlerdi. Öyle felsefi yorumlar değildi elbette. "Ben en çok şuna güldüm, şu lafı bir daha okuyalım mı" tadında sohbetler demek daha doğru.
Sabahat Öğretmen'in bize okuttuğu kitap Aziz Nesin imzalı bir kitaptı: Şimdiki Çocuklar Harika.
Aziz Nesin'i saygı ve özlemle andığımız bu gün, bana ilkokul üçüncü sınıfta Şimdiki Çocuklar Harika'yı okutan öğretmenimi de sevgiyle anmak istedim.
Fil Uçuşu'nda "Kitap Yasaklamak: Öğretmenler, Muhbir Vatandaşlara Karşı" başlığıyla yazdığım yazının hemen sonrasında bu anıyı hatırlamam tuhaf. Bugünün 'muhbir vatandaşı' çerçevesinden bakarsak, benim de Sabahat Öğretmenimi 'ihbar' etmem gerekiyor.
Yazın bir kenara: Sabahat Öğretmen, bana Aziz Nesin okuttu.
Bana güvendi. Benimle konuştu. Beni dinledi. Beni anladı.
Sözümü tekrar edeyim. Yarına o 'muhbir vatandaşlar' kalmayacak. Yarına Sabahat Hoca kalacak. Aziz Nesin'in her bir satırı kalacak.
Aziz Nesin'e ve Sabahat Yılmaz'a sonsuz saygı ve teşekkürlerimle...
Önlüklerimiz maviydi. Sınıflarımız kalabalıktı. Her sırada üç kişi otururduk. Dörtlememiz gereken zamanlar bile olmuştu.
Sınıf öğretmenimizin adı Sabahat Yılmaz idi.
Ufak tefek, yumuşak sesli bir öğretmendi.
Kimi zaman sabrı taşar cetveli aline alırdı ama çoğunlukla sakin, anlayışlı bir öğretmendi. Ders aralarında oyunlar oynatırdı bize. Sevgisi öfkesinden fazlaydı hep.
Üçüncü sınıftayken bir kitap okutmuştu. Her gün, son derste. Çoğunlukla beni tahtaya diker, bana okuturdu. Ayrıcalık yapmamak için "Okumak isteyen var mı?" diye sorardı önce. Kimi gün başka bir arkadaşım okurdu ama çoğunlukla 'iş' bana kalırdı.
Her gün bir bölüm. İlk günden sonra, kendime güvenim artmıştı, biraz 'rol keserek' okumaya başlamıştım.
Gözümüzden yaşlar gelene kadar gülerdik. Ben okurken gülmemek için kendimi zor tutardım. Eğer zaman kaldıysa okuduğumuz bölümle ilgili yorumlarımızı dinlerdi. Öyle felsefi yorumlar değildi elbette. "Ben en çok şuna güldüm, şu lafı bir daha okuyalım mı" tadında sohbetler demek daha doğru.
Sabahat Öğretmen'in bize okuttuğu kitap Aziz Nesin imzalı bir kitaptı: Şimdiki Çocuklar Harika.
Aziz Nesin'i saygı ve özlemle andığımız bu gün, bana ilkokul üçüncü sınıfta Şimdiki Çocuklar Harika'yı okutan öğretmenimi de sevgiyle anmak istedim.
Fil Uçuşu'nda "Kitap Yasaklamak: Öğretmenler, Muhbir Vatandaşlara Karşı" başlığıyla yazdığım yazının hemen sonrasında bu anıyı hatırlamam tuhaf. Bugünün 'muhbir vatandaşı' çerçevesinden bakarsak, benim de Sabahat Öğretmenimi 'ihbar' etmem gerekiyor.
Yazın bir kenara: Sabahat Öğretmen, bana Aziz Nesin okuttu.
Bana güvendi. Benimle konuştu. Beni dinledi. Beni anladı.
Sözümü tekrar edeyim. Yarına o 'muhbir vatandaşlar' kalmayacak. Yarına Sabahat Hoca kalacak. Aziz Nesin'in her bir satırı kalacak.
Aziz Nesin'e ve Sabahat Yılmaz'a sonsuz saygı ve teşekkürlerimle...
Kitap yasaklamak: Öğretmenler, muhbir vatandaşlara karşı
Haberi okumuşsunuzdur.
Buket Uzuner'in çok okunan-çok bilinen kitabı Kumral Ada Mavi Tuna'yı öğrencilerine 'öneren' bir öğretmen hakkında soruşturma açıldı. Bu soruşturmanın nedeni, kitapta 'cinsel yönden sapkın ifadelerin yer alması'.
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, öğrencilerine bu kitabı okumalarını öneren öğretmenden 'savunma' istedi.
Savunma talebinde altı çizilecek yerler var: Kızlı erkekli sınıf, aile kültürü, toplumumuzun kimliği, kimliği tam oturmamış öğrenciler...
Bu savunma talebi metnini yazanların, bu noktaları açıklamasını çok isterdim. Ama mümkün değil. Her şey bir yana, bu muğlak noktaların net bir karşılığı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sadece duruma ciddi bir bakış uydurabilmek ve metni derinlikli göstermek amacıyla bulunmuş 'kılıflar' diyebiliriz.
Yine de şu net: Bu metni hazırlayanlar kızlı erkekli sınıflardan rahatsız. Açıkça dile getiriyorlar bunu. Ayrıca lise düzeyindeki bireyleri 'kimliği tam oturmamış öğrenciler' olarak görüyorlar, tanımlıyorlar.
Peki öğretmenden savunma istenmesi noktasına nasıl geliniyor?
Öğretmenler, öğrencilerine okuma listeleri hazırlıyor, kitaplar öneriyorlar. Kimi öğrenciler bu kitapları okuyor, kimileri seviyor, kimileri sevmiyor. Kimileri öğretmenleriyle kitap üstüne tartışmak istiyor, kimileri kitapta 'sevmedikleri bölümler' üstünden öğretmenlerine cephe alıyor.
Bir de veliler var. Çocuklarının elinde gördükleri kitapla ilgilenen ve bu kitapları bir 'aile sansüründen' geçirmek isteyen veliler. Olabilir. Hiç değilse bu sayede, o veliler de kitap okumuş oluyorlar. Ama iş ' aile sansürü' ile kalmıyor. 'Sevmedikleri bölümler' üstünden bir 'yasaklama kampanyası' başlatmaya kadar götürüyorlar işi kimi zaman. Okul yönetimine şikayette bulunuyorlar.
Kitap öneren öğretmenle 'aynı görüşte' olmayan okul yöneticileri de var tabii. Kitabı ellerine alıp 'sevmedikleri bölümleri' görünce beyinlerinden vuruluyorlar. Kimliği tam oturmamış öğrencilerin bu bölümleri okuyunca birer canavara döneceğini öngörüyorlar. Muhbir öğrenci, muhbir ebeveyn, muhbir eğitmen hemen resmi kanallara başvuruyor.
Sonrasında gelsin yasaklamalar, soruşturmalar, kovuşturmalar...
Buket Uzuner ve Everest Yayınları, bu son olayda gerekli basın açıklamalarını yaptı. Konunun hukuki sürecinin takipçisi olacaklarına da eminim.
Ama olayın vehametini 'bir yazarın falanca kitabı bilmem hangi lisede yasaklandı-toplatıldı' çizgisinden daha ötede görmemiz gerektiği kesin. Bu çizginin nerelere kadar uzayabileceğini tahmin etmek zor değil. Kimin, hangi 'bölümü sevmeyeceği' ve hangi refleksle 'muhbir vatandaşa' dönüşeceğini düşünsenize...
Bir öğretmenin, öğrencilerine kitap önerme heyecanını-arzusunu yok etmenin sonuçlarını düşünsenize...
İşin bu kısmı oldukça ciddi.
O öğretmenlere sahip çıkmamız gerekiyor. Öğrencisine yeni kapılar açmaya çalışan, onların zihnine güvenen bir öğretmeni 'muhbir vatandaşın' kör karanlığına bırakmamak gerekiyor.
Bir kitabı, bir okulun 50-60 öğrencisine yasaklayabilirsiniz. Kumral Ada Mavi Tuna ya da başka kitapların içeriğinde sizi rahatsız eden bölümleri o öğrencilerin dünyasından yok ettiğinizi sanabilirsiniz. Öğretmenlerin, öğrencilerine olan güvenini soruşturmalarla sarsmaya çalışabilirsiniz.
Ama dünya tarihi muhbir vatandaşların gammazlamaları, muğlak soruşturma metinleri üstüne kurulmuyor.
O kitaplar kalacak yarına.
Ve yarını, o kitapları öğrencilerine 'öneren' öğretmenler kuracak.
Buket Uzuner'in çok okunan-çok bilinen kitabı Kumral Ada Mavi Tuna'yı öğrencilerine 'öneren' bir öğretmen hakkında soruşturma açıldı. Bu soruşturmanın nedeni, kitapta 'cinsel yönden sapkın ifadelerin yer alması'.
Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, öğrencilerine bu kitabı okumalarını öneren öğretmenden 'savunma' istedi.
Savunma talebinde altı çizilecek yerler var: Kızlı erkekli sınıf, aile kültürü, toplumumuzun kimliği, kimliği tam oturmamış öğrenciler...
Bu savunma talebi metnini yazanların, bu noktaları açıklamasını çok isterdim. Ama mümkün değil. Her şey bir yana, bu muğlak noktaların net bir karşılığı olmadığını hepimiz biliyoruz. Sadece duruma ciddi bir bakış uydurabilmek ve metni derinlikli göstermek amacıyla bulunmuş 'kılıflar' diyebiliriz.
Yine de şu net: Bu metni hazırlayanlar kızlı erkekli sınıflardan rahatsız. Açıkça dile getiriyorlar bunu. Ayrıca lise düzeyindeki bireyleri 'kimliği tam oturmamış öğrenciler' olarak görüyorlar, tanımlıyorlar.
Peki öğretmenden savunma istenmesi noktasına nasıl geliniyor?
Öğretmenler, öğrencilerine okuma listeleri hazırlıyor, kitaplar öneriyorlar. Kimi öğrenciler bu kitapları okuyor, kimileri seviyor, kimileri sevmiyor. Kimileri öğretmenleriyle kitap üstüne tartışmak istiyor, kimileri kitapta 'sevmedikleri bölümler' üstünden öğretmenlerine cephe alıyor.
Bir de veliler var. Çocuklarının elinde gördükleri kitapla ilgilenen ve bu kitapları bir 'aile sansüründen' geçirmek isteyen veliler. Olabilir. Hiç değilse bu sayede, o veliler de kitap okumuş oluyorlar. Ama iş ' aile sansürü' ile kalmıyor. 'Sevmedikleri bölümler' üstünden bir 'yasaklama kampanyası' başlatmaya kadar götürüyorlar işi kimi zaman. Okul yönetimine şikayette bulunuyorlar.
Kitap öneren öğretmenle 'aynı görüşte' olmayan okul yöneticileri de var tabii. Kitabı ellerine alıp 'sevmedikleri bölümleri' görünce beyinlerinden vuruluyorlar. Kimliği tam oturmamış öğrencilerin bu bölümleri okuyunca birer canavara döneceğini öngörüyorlar. Muhbir öğrenci, muhbir ebeveyn, muhbir eğitmen hemen resmi kanallara başvuruyor.
Sonrasında gelsin yasaklamalar, soruşturmalar, kovuşturmalar...
Buket Uzuner ve Everest Yayınları, bu son olayda gerekli basın açıklamalarını yaptı. Konunun hukuki sürecinin takipçisi olacaklarına da eminim.
Ama olayın vehametini 'bir yazarın falanca kitabı bilmem hangi lisede yasaklandı-toplatıldı' çizgisinden daha ötede görmemiz gerektiği kesin. Bu çizginin nerelere kadar uzayabileceğini tahmin etmek zor değil. Kimin, hangi 'bölümü sevmeyeceği' ve hangi refleksle 'muhbir vatandaşa' dönüşeceğini düşünsenize...
Bir öğretmenin, öğrencilerine kitap önerme heyecanını-arzusunu yok etmenin sonuçlarını düşünsenize...
İşin bu kısmı oldukça ciddi.
O öğretmenlere sahip çıkmamız gerekiyor. Öğrencisine yeni kapılar açmaya çalışan, onların zihnine güvenen bir öğretmeni 'muhbir vatandaşın' kör karanlığına bırakmamak gerekiyor.
Bir kitabı, bir okulun 50-60 öğrencisine yasaklayabilirsiniz. Kumral Ada Mavi Tuna ya da başka kitapların içeriğinde sizi rahatsız eden bölümleri o öğrencilerin dünyasından yok ettiğinizi sanabilirsiniz. Öğretmenlerin, öğrencilerine olan güvenini soruşturmalarla sarsmaya çalışabilirsiniz.
Ama dünya tarihi muhbir vatandaşların gammazlamaları, muğlak soruşturma metinleri üstüne kurulmuyor.
O kitaplar kalacak yarına.
Ve yarını, o kitapları öğrencilerine 'öneren' öğretmenler kuracak.
"Yaz tatili için okuma listesi" meselesi
Her yaz aynı şey...
"Yaz için okunacak kitaplar listesi" meselesi...
Tembel bir dergicilik ya da gazeteciliğin her yıl tekrar eden ezberi.
Arada bir bana da soruyorlar, sağ olsunlar. İnatla şu işi mevsime göre haberleştirmeyin demeye gelecek birkaç kelime geveliyorum. Sonra da ayıp olmasın diye birkaç kitap adı veriyorum. Bazen bu listelerden affımı rica ediyorum. Bugüne kadar böylesi listeler konusunda üzdüğüm-kırdığım gazeteci arkadaşım olduysa affola...
Ama, siz de bana hak verin. Yaz kitapları ne demek bilmiyorum... Öğrenmeye de niyetim yok. Mevsimi düşünmeden kitap okuyanlardanım ben. Birkaç yayınevi fazladan haber olacak, birkaç gazete eki sayfa dolduracak diye liste uyduramıyorum. (İnanın zorladım kendimi ama yapamadım. Dedim ya, affola...)
Hemen kendimi eleştireyim. Bazı yayıncılar da der ki, "Yaz mevsimi insanların, işlerinden biraz uzaklaştığı, okumaya daha çok zaman ayırabildiği bir mevsimdir. Böyle zamanlarda listeler aracılığıyla, onların okuma heyecanını yönlendirmek herkesin hoşuna gider."
Bak böyle söyleyince, konu güzelleşiyor.
Böyle deyince, istediğimiz kitabı önerebiliriz ayrıca. "Şöyle yazlık-hafif kitaplar" takıntısı yok herhalde...
Anlayacağınız kafamın karışık olduğu -hatta biraz saçma- bir konu bu.
Şimdi bayram tatili için okuma listesi öneriyorum. Hazır mısınız?
Benim olmazsa olmazım bir seri: Patricia Highsmith'ten "Becerikli Bay Ripley" serisi...
Can Yayınları toplu halde yayınladı seriyi. Resmen hazine...
Üstelik serinin daha önce Türkçede yayınlanmamış bir kitabı da var artık elimizde.
"Ben onun filmini izlemiştim," falan demeyin. Seriyi mutlaka okuyun.
İşte yapmam dediğim şeyi yaptım ve yine bir "yaz tatili için okuma listesi" önerdim.
Budur.
"Yaz için okunacak kitaplar listesi" meselesi...
Tembel bir dergicilik ya da gazeteciliğin her yıl tekrar eden ezberi.
Arada bir bana da soruyorlar, sağ olsunlar. İnatla şu işi mevsime göre haberleştirmeyin demeye gelecek birkaç kelime geveliyorum. Sonra da ayıp olmasın diye birkaç kitap adı veriyorum. Bazen bu listelerden affımı rica ediyorum. Bugüne kadar böylesi listeler konusunda üzdüğüm-kırdığım gazeteci arkadaşım olduysa affola...
Ama, siz de bana hak verin. Yaz kitapları ne demek bilmiyorum... Öğrenmeye de niyetim yok. Mevsimi düşünmeden kitap okuyanlardanım ben. Birkaç yayınevi fazladan haber olacak, birkaç gazete eki sayfa dolduracak diye liste uyduramıyorum. (İnanın zorladım kendimi ama yapamadım. Dedim ya, affola...)
Hemen kendimi eleştireyim. Bazı yayıncılar da der ki, "Yaz mevsimi insanların, işlerinden biraz uzaklaştığı, okumaya daha çok zaman ayırabildiği bir mevsimdir. Böyle zamanlarda listeler aracılığıyla, onların okuma heyecanını yönlendirmek herkesin hoşuna gider."
Bak böyle söyleyince, konu güzelleşiyor.
Böyle deyince, istediğimiz kitabı önerebiliriz ayrıca. "Şöyle yazlık-hafif kitaplar" takıntısı yok herhalde...
Anlayacağınız kafamın karışık olduğu -hatta biraz saçma- bir konu bu.
Şimdi bayram tatili için okuma listesi öneriyorum. Hazır mısınız?
Benim olmazsa olmazım bir seri: Patricia Highsmith'ten "Becerikli Bay Ripley" serisi...
Can Yayınları toplu halde yayınladı seriyi. Resmen hazine...
Üstelik serinin daha önce Türkçede yayınlanmamış bir kitabı da var artık elimizde.
"Ben onun filmini izlemiştim," falan demeyin. Seriyi mutlaka okuyun.
İşte yapmam dediğim şeyi yaptım ve yine bir "yaz tatili için okuma listesi" önerdim.
Budur.
Duvarseviciler
Şehrin ortasına bir duvar yaparlar bazen. Şehrin, yüreğimizin, özgürlüğümüzün, insanlığımızın...
O duvarı yıkmak için elinden geleni yapan, sesini çıkaran, düşünen, çabalayanlar cesaretle ortaya çıkarlar. Güçlerini birleştirirler. Duvarın dibine kadar gider, ellerini o kara tuğlalardan bir an olsun ayırmadan sarsarlar.
Duvarın yıkılması için ne gerekiyorsa yaparlar.
Tam da yıkılma anında altında kalırım korkusu olmadan, bu tuğlalar başıma düşer mi diye düşünmeden.
Bir de duvar yükseldiği anda ortadan kaybolanlar vardır. Yüreğini, özgürlüğünü, insanlığını tekrar kazanmak isteyenler, canları pahasına duvarı yıkmaya çalışırken, uzaktan izlerler olanları. Yeri geldiğinde "Ama duvarın işe yaradığı anlar da oluyor," derler, yeri geldiğinde "Duvar olmasa daha iyi ama madem var üstüne çiçek resimler yapalım," derler.
Zamanla daha da alışırlar duvara. Onu yıkmaya çalışanlara düşman olurlar. Duvarsevicilik iyi gelir onlara.
Ama yine de, 'günün birinde özgürlük tutkusu duvarı yıkarsa' diye, yanlarında bir sırık bulundururlar. Tam duvarın yıkılma anında, altında kalma tehlikesi olmadan, o uzun sırıkla şöyle bir dürtüp "Ben de yıkılması için ne çabalar verdim," diyebilmek için.
Duvarı yıkmak için gençliğinden, aşkından, ailesinden, canından olanların üstünden uzatıp sırıklarını, özgürlüğün gelişini de ceplerine koymaya çalışırlar. Ne tuhaftır ki, bir kısmı başarır bunu.
Benzetmeyi uzatmayacağım...
O duvarlar bir gün yıkılacak.
O gün yüreğini ortaya koyanları da göreceğiz, elinde bir sırıkla uzaktan dürtenleri de...
Duvarseviciler. Sizi tanıyoruz!
O duvarı yıkmak için elinden geleni yapan, sesini çıkaran, düşünen, çabalayanlar cesaretle ortaya çıkarlar. Güçlerini birleştirirler. Duvarın dibine kadar gider, ellerini o kara tuğlalardan bir an olsun ayırmadan sarsarlar.
Duvarın yıkılması için ne gerekiyorsa yaparlar.
Tam da yıkılma anında altında kalırım korkusu olmadan, bu tuğlalar başıma düşer mi diye düşünmeden.
Bir de duvar yükseldiği anda ortadan kaybolanlar vardır. Yüreğini, özgürlüğünü, insanlığını tekrar kazanmak isteyenler, canları pahasına duvarı yıkmaya çalışırken, uzaktan izlerler olanları. Yeri geldiğinde "Ama duvarın işe yaradığı anlar da oluyor," derler, yeri geldiğinde "Duvar olmasa daha iyi ama madem var üstüne çiçek resimler yapalım," derler.
Zamanla daha da alışırlar duvara. Onu yıkmaya çalışanlara düşman olurlar. Duvarsevicilik iyi gelir onlara.
Ama yine de, 'günün birinde özgürlük tutkusu duvarı yıkarsa' diye, yanlarında bir sırık bulundururlar. Tam duvarın yıkılma anında, altında kalma tehlikesi olmadan, o uzun sırıkla şöyle bir dürtüp "Ben de yıkılması için ne çabalar verdim," diyebilmek için.
Duvarı yıkmak için gençliğinden, aşkından, ailesinden, canından olanların üstünden uzatıp sırıklarını, özgürlüğün gelişini de ceplerine koymaya çalışırlar. Ne tuhaftır ki, bir kısmı başarır bunu.
Benzetmeyi uzatmayacağım...
O duvarlar bir gün yıkılacak.
O gün yüreğini ortaya koyanları da göreceğiz, elinde bir sırıkla uzaktan dürtenleri de...
Duvarseviciler. Sizi tanıyoruz!
Unutmadık. Unutmayacağız!
Atatürk Havaalanı'ndaki patlama sonrasında, kısacık bir zaman dilimi içinde, henüz teröre kaç kişiyi kurban verdiğimizi bilmezken, henüz olay sonuçlanmamışken, henüz...henüz... anlayacağınız ölümün rezil kokusu henüz ellerimizdeyken, siyasi aklamalara-siyasi karalamalara girişti kimileri. Saniyeler, dakikalar içindeki tepkinin bu olabilmesi düşündürücü. Umutsuzluk sarıyor insanı böyle olunca.
Tecavüzcünün, çocuk tacizcisinin aklanması için cümle kurabilen insanları görünce nefesimiz kesiliyor, umutsuzluk giriyor kanımıza.
Gözümüzün içine bakarak yalan söylendiğini görünce umutsuzluk sarıyor.
Bu coğrafyada, umutsuzluğa düşmek için her türlü tuzak var. Adımını adımının önüne koyarken dikkat edenler bile kurtulamıyor o tuzaklardan. Kimi zaman nefret, kimi zaman öfke, kimi zaman da çaresizlik öyle bir hal alıyor ki, umutsuzluğa dönüşüyor.
Benimle aynı kuşaktan olanlar, bu duyguyu 2 Temmuz 1993 günü ve sonrasında en koyu haliyle yaşamıştır. Bizler o günü gördük, saniye saniye yaşadık. Madımak Oteli yakılırken, orada canlar alevler içindeyken biz insanlığımızdan utanmayı öğrendik. O günün hükmedenleri açıklamalar yaparken kanımız çekildi. O açıklamaları duyduk. O vahşilere, o katillere arka çıkanları, onları aklamak için türlü takla atanları gördük. Tıpkı bugün, o vandallardan mağdur yaratmaya çalışan zihniyeti gördüğümüz gibi...
Ne büyük bir umutsuzluk değil mi?
Hah, işte orada duralım bir kalem. Yok öyle yağma...
Umutsuzluğun ataletine sığınacak değiliz. Birilerinin yalanlarına yalan eklemesini çaresizlik içinde izleyecek değiliz. Sahte mağduriyetlere teslim olacak değiliz.
Aman yanlış anlaşılmasın, burada kullanılan "biz" öznesi, doğrudan bir siyasi duruşu falan temsil etmiyor. İnsan olmanın en basit haliyle kullanılan bir özne bu.
Tarih bazı olayların kırılma noktası olduğunu, iyiyle kötünün ayrıştığı anların insanlık tarihini belirlediğini fısıldar.
Biz Madımak'ı unutmadık. Unutmayacağız.
Hiç merak etmeyin, vicdanınız çatlayana kadar size de hatırlatacağız.
İpekli Mendil Kütüphanesi'nden Açık Davet
İpekli Mendil yolculuğunda çekilen fotoğraflardan bir sunum hazırlanmış.
Dileyen yazının sonunda paylaştığım videoyu izleyebilir. Ama baştan söyleyeyim. Bazı fotoğraflar sizi hiç ilgilendirmeyecek. Tanımadığınız öğrenciler, tanımadığınız öğretmenler... Arada yazarlar, müzisyenler göreceksiniz ama onlar da bir yere kadar çekebilir ilginizi. Antakya'da bir lisenin başından geçenler sizleri çok ilgilendirmeyebilir. Bunu gayet iyi anlarım ve hak veririm.
Ama bu macerayla ilgilenenler de olacaktır. Onlara şunu söyleyebilirim. Her bir fotoğraf karesinin bir hikayesi var. Bütün hikayelerde de öğrenciler var. Kimi okumaya meraklı kimi biraz muzip, kimi ergenliğin en delişmen çağında kimi bir gölge gibi yaşamayı seçmiş. Kiminin derdi deniz kiminin umudu. Kimi Ahmet Büke'ye sarılmış, kimi maNga üyeleriyle bir şarkının notaları olmuş. Faruk Duman'a soru sormaya hazırlanan da orada, Özgür Can Öney'le poz vermeye çalışan da. Olur da seyredersiniz, öğrencilerin yüzlerine iyi bakın derim.
Çünkü o öğrenciler, İpekli Mendil Kütüphanesi'nin asıl sahipleri. 'Uzun İnce Bir Edebiyat Öğretmeni' ile çıktıkları bu yolculukta kütüphanelerine, kitaplarına ve yarınlarına dört elle sarılan öğrencilerin hikayesi bu. Onlar, Antakya Narlıca Anadolu Lisesi Edebiyat Öğretmeni Mehmet Tutar'ın rüya takımı. Onlar, okul müdürünün de büyük desteğiyle Anadolu'da bir lisenin kütüphaneye dönüştürülmüş odasından bütün dünyaya açılmayı başarmış gençler. Onlar, sanatın 'hayranlığa kapılmak' değil, 'sorgulamak ve araştırmak' olduğunu bilen özgür ruhlu bireyler.
İpekli Mendil Kütüphanesi, okul yönetimiyle İpekli Mendil kitabının yazarı edebiyat gönüllülülerinin ortak başarısı. Bu başarı hikayesinin tam da orta yerinde, benzersiz bir edebiyat öğretmeni duruyor; Mehmet Tutar. Mehmet Öğretmen, yine kendisi gibi edebiyat öğretmeni olan eşi Hüsne Tutar ve oğulları Onur ve Ulaş'ın desteğini de arkasına alarak yürüyor hayatta. Okulun genç ve başarılı yönetici kadrosunun ve diğer öğretmenlerin desteğini de anmak gerekiyor elbette. Mehmet Tutar, bütün bunları birleştiren bir simyacı.
İpekli Mendil kitabının yazarlarına gelince... Kitabın kapağında çok sayıda isim var. Ama dürüst olalım; bu kütüphanenin oluşmasında bu isimlerin bir kısmı özellikle anılmalı. Zaten o isimler öykü ile olan bağlarını hem İpekli Mendil adını verdikleri bloglarında, hem sosyal medya hesaplarında, hem de basılı dergilere verdikleri katkılarda gösteriyorlar. Hepsine teşekkür ediyorum.
İpekli Mendil blogunu takip etmenizi de özellikle öneririm: https://ipeklimendil.wordpress.com/category/ipekli-mendil/
Bu konuda yazacağım, söyleyeceğim çok şey var aslında. Bir gün uzun uzun Hüsne Tutar öncülüğünde açılan İpekli Mendil Öykü Bahçesi'ni anlatmalıyım. Bu girişim, başlı başına bir model oluşturuyor. Öğrencileri kitapla buluşturma ve okuma dünyası üstünden birliktelik yaratmanın benzersiz bir modeli. Açıkçası bu konularda tek çabam, kütüphane ve öykü bahçesinin bir model olarak öncü olması.
Fotoğraflara bakmak isteyenleri daha fazla bekletmeden bütün sanatçılara açık bir davetim olacak.
Yazarlar, müzisyenler, ressamlar, oyuncular ve sanatın bütün dallarındaki üreticiler! Hepinizi Antakya'ya İpekli Mendil Kütüphanesi'nde öğrencilerle buluşmaya davet ediyoruz. Gelin Antakya'ya, öğrencilerle buluşun. Deneyimlerinizi anlatın onlara, soruları cevaplayın. Kitaplarınızı imzalayın, şarkılarınızı birlikte dinleyin. Bol bol fotoğraf çektirin, bu büyük albümdeki yerinizi alın. Akşama da Antakya mutfağının harika yemeklerini tadın, sohbeti benzersiz bir masaya konuk olun. Sizler de bu hikayenin bir parçası olun.
Şimdi sıra sizde!
Dileyen yazının sonunda paylaştığım videoyu izleyebilir. Ama baştan söyleyeyim. Bazı fotoğraflar sizi hiç ilgilendirmeyecek. Tanımadığınız öğrenciler, tanımadığınız öğretmenler... Arada yazarlar, müzisyenler göreceksiniz ama onlar da bir yere kadar çekebilir ilginizi. Antakya'da bir lisenin başından geçenler sizleri çok ilgilendirmeyebilir. Bunu gayet iyi anlarım ve hak veririm.
Ama bu macerayla ilgilenenler de olacaktır. Onlara şunu söyleyebilirim. Her bir fotoğraf karesinin bir hikayesi var. Bütün hikayelerde de öğrenciler var. Kimi okumaya meraklı kimi biraz muzip, kimi ergenliğin en delişmen çağında kimi bir gölge gibi yaşamayı seçmiş. Kiminin derdi deniz kiminin umudu. Kimi Ahmet Büke'ye sarılmış, kimi maNga üyeleriyle bir şarkının notaları olmuş. Faruk Duman'a soru sormaya hazırlanan da orada, Özgür Can Öney'le poz vermeye çalışan da. Olur da seyredersiniz, öğrencilerin yüzlerine iyi bakın derim.
Çünkü o öğrenciler, İpekli Mendil Kütüphanesi'nin asıl sahipleri. 'Uzun İnce Bir Edebiyat Öğretmeni' ile çıktıkları bu yolculukta kütüphanelerine, kitaplarına ve yarınlarına dört elle sarılan öğrencilerin hikayesi bu. Onlar, Antakya Narlıca Anadolu Lisesi Edebiyat Öğretmeni Mehmet Tutar'ın rüya takımı. Onlar, okul müdürünün de büyük desteğiyle Anadolu'da bir lisenin kütüphaneye dönüştürülmüş odasından bütün dünyaya açılmayı başarmış gençler. Onlar, sanatın 'hayranlığa kapılmak' değil, 'sorgulamak ve araştırmak' olduğunu bilen özgür ruhlu bireyler.
İpekli Mendil Kütüphanesi, okul yönetimiyle İpekli Mendil kitabının yazarı edebiyat gönüllülülerinin ortak başarısı. Bu başarı hikayesinin tam da orta yerinde, benzersiz bir edebiyat öğretmeni duruyor; Mehmet Tutar. Mehmet Öğretmen, yine kendisi gibi edebiyat öğretmeni olan eşi Hüsne Tutar ve oğulları Onur ve Ulaş'ın desteğini de arkasına alarak yürüyor hayatta. Okulun genç ve başarılı yönetici kadrosunun ve diğer öğretmenlerin desteğini de anmak gerekiyor elbette. Mehmet Tutar, bütün bunları birleştiren bir simyacı.
İpekli Mendil kitabının yazarlarına gelince... Kitabın kapağında çok sayıda isim var. Ama dürüst olalım; bu kütüphanenin oluşmasında bu isimlerin bir kısmı özellikle anılmalı. Zaten o isimler öykü ile olan bağlarını hem İpekli Mendil adını verdikleri bloglarında, hem sosyal medya hesaplarında, hem de basılı dergilere verdikleri katkılarda gösteriyorlar. Hepsine teşekkür ediyorum.
İpekli Mendil blogunu takip etmenizi de özellikle öneririm: https://ipeklimendil.wordpress.com/category/ipekli-mendil/
Bu konuda yazacağım, söyleyeceğim çok şey var aslında. Bir gün uzun uzun Hüsne Tutar öncülüğünde açılan İpekli Mendil Öykü Bahçesi'ni anlatmalıyım. Bu girişim, başlı başına bir model oluşturuyor. Öğrencileri kitapla buluşturma ve okuma dünyası üstünden birliktelik yaratmanın benzersiz bir modeli. Açıkçası bu konularda tek çabam, kütüphane ve öykü bahçesinin bir model olarak öncü olması.
Fotoğraflara bakmak isteyenleri daha fazla bekletmeden bütün sanatçılara açık bir davetim olacak.
Yazarlar, müzisyenler, ressamlar, oyuncular ve sanatın bütün dallarındaki üreticiler! Hepinizi Antakya'ya İpekli Mendil Kütüphanesi'nde öğrencilerle buluşmaya davet ediyoruz. Gelin Antakya'ya, öğrencilerle buluşun. Deneyimlerinizi anlatın onlara, soruları cevaplayın. Kitaplarınızı imzalayın, şarkılarınızı birlikte dinleyin. Bol bol fotoğraf çektirin, bu büyük albümdeki yerinizi alın. Akşama da Antakya mutfağının harika yemeklerini tadın, sohbeti benzersiz bir masaya konuk olun. Sizler de bu hikayenin bir parçası olun.
Şimdi sıra sizde!
Patti Smith: "People Have the Power"
Patti Smith, İstanbul'daydı.
Zorlu PSM sahnesindeydi.
İzlediğim en iyi konserler listesi yapsam, kesin yazarım bu konseri. Konserden öte bir şeydi zaten. Müzik tarihiydi, şiirdi, sevecendi, saldırgandı, ölümdü, doğumdu, barıştı, öfkeydi, anneydi, babaydı... Ayindi.
Gloria, Redondo Beach, Free Money, Birdland, When Doves Cry, Because the Night, My Generation ve çok haha fazlasıydı.
Bir pagan dansıydı, gitarın sapında tonlarca basıncı taşıyan tellerin kopuşuydu.
Bu harika fotoğraf Muhsin Akgün'ün imzasını taşıyor. Instagram hesabından aldım Fil Uçuşu'na koymak için. Muhsin'in o gece harika fotoğraflar çektiğini biliyorum. Konser sonrasında o da benim gibiydi: Büyülenmiş.
Yirmi yaşında bir gençle altmış yaşında bir gencin birlikte şarkı söylediği andı.
(Yirmilerinde bir izleyiciyle bir nevi pogo yaparken buldum kendimi)
Smith'in harika Oath şiiriyle başlayıp Van "The Man" Morrisson'un Gloria'sıyla devam eden o harika şarkının hikayesini merak edenler için şu yazıyı paylaşayım: http://www.covermesongs.com/2014/08/the-story-behind-patti-smiths-gloria.html
Müzikal açıdan rock'tan punk'a giden çizginin ne olduğunu anlatan bir ders gibiydi. Sözler 70lerden bugüne iktidarların, diktatörlerin, küresel şirketlerin, kapitalizmin, doğa talanının attığı bütün adımları hatırlamamızı sağladı. Aşk denen şeyin, insana dair bir güç olduğunu kimi zaman bir anne gibi fısıldadı Patti Smith, kimi zaman devrime birlikte yürünen bir yoldaş gibi haykırdı.
Ne yalan söyleyeyim, artık bütün konserler eskisi kadar heyecanlandırmıyor galiba. Ama arada öyle özel konserler ve olaylar yaşıyorum ki... Patti Smith konseri böyle benzersiz deneyimlerden biriydi.
Konsere girmeden önce, heyecan içinde posterin önüne geçip fotoğraf çektirdim. İyi ki de yapmışım.
Patti Smith İstanbul'daydı.
Prince: While My Guitar Gently Wheeps
Tarih: 15 Mart 2004.
Yer: Waldorf Astoria Hotel. New York.
Rock and Roll Hall of Fame konserinde harika bir kadro George Harrison için sahnede. Harrison hayattan ayrılalı üç yıl olmuş. Sahnedeki kadroda kadim dostları Tom Petty ve Jeff Lynne ile birlikte, oğlu Dhani Harrison da var. Dhani, babasının kopyası gibi.
While My Guitar Gently Wheeps çalıyorlar. En sevdiğim şarkılardandır. Ulaşabildiğim bütün yorumlarını dinlemişimdir. bilen bilir, sevdiğim şarkıların yorumlarını dinleme ve toplama çılgınlığım var. (Rekor 'Round Midnight'ta)
Tom Petty 12 telli akustikle, Jeff Lynne tele'siyle ufak ufak yürüyor, Dhani akustiğini 'göstere göstere' çalıyor. Şarkının meşhur solosunu atma işi Marc Mann'ın. Mann, Eric Clapton imzalı orijinal soloya nota nota sadık kalmaya çalışıyor. Çok temiz bir solo. Lynne'in eşlikleri usta işi. Klavyede Steve Winwood var ki, o apayrı bir sohbet konusu.
Derken sahnenin köşesinde, elinde tam da kendisine uygun (leopar desenli fingerplate dikkat çekici) bir Telecaster'la kırmızı şapkalı bir adam beliriyor. Topuklu çizmelerine rağmen oldukça kısa, ufak tefek bir adam. Kenardan kenardan girip bir anda şarkının da, grubun da, gecenin de rengini değiştiriyor. Bu adam Prince.
Şarkının 'doğaçlama' solosu Prince'e bırakılmış. Tam kendi tekniğinde çalıyor. Çok şaşırtıcı bir solo değil ama çok özgür bir solo. İşte o anda gerçekten "While My Guitar Gently Wheeps" diyor insan. O ana kadar neredeyse görev gereği çalan grup üyeleri bile coşuyor. Prince her zaman olduğu gibi fazlasıyla kendinden emin hatta birazcık küstah. Sahnede olma halini en iyi bilenlerden biri.
Şimdi şarkıyı dinleyin ve izleyin. Üç dakika otuz saniye geçtiğinde Prince çıkacak sahneye. Sonrası nefis. Özellikle de finalde gitarın havaya atılması: "Bu alet böyle çalınır, gerisi umrumda değil," der gibi.
(Bu aralar George Harrison bestelerini ve yorumlarını dinliyorum. Tavsiye ederim.)
Etiket Bazlı Otomatik Slider
Daha önce şurada, şurada ve şuradaki gibi çeşitli manşet yani diğer bir deyişle slider uygulamaları paylaşmıştım. Sliderlar okuyucuya eski ve önemli içerikleri sunarak okunma sayısını arttırması açısından çok önemlidir fakat daha önce paylaştığım bu sliderlar pek pratik değildi. Çünkü gösterilecek içeriği kendiniz manuel olarak değiştirmeniz gerekiyor. Bu da bir süre sonra işkenceye dönüşebiliyor.
Son zamanlarda gelişmiş premium Blogger temalarında gördüğümüz otomatik sliderlar var. Bunlar etikete bağlı çalışıyor. Yani belirlediğiniz etikete ait yazılar manşette otomatik olarak gözüküyor. Böylece hiçbir düzenlemeye ihtiyaç duymadan manşette gösterilen yazılar değişiyor.
Bu eklentiyi blogunuza eklemek için şu adımları takip edebilirsiniz:
1. Adım: Blogger kumanda panelinizde Şablon > HTML’yi Düzenle diyerek <head> kodunu bulun ve hemen altına şu Jquery kodunu ekleyin:
2. Adım: Yine HTML kodları arasında </head> kodunu bularak hemen üstüne şu script kodlarını ekleyin:
3. Adım: Yine HTML kodları içerisinde ]]></b:skin> kodunu bulun ve üstüne şu CSS kodlarını ekleyin:
4. Adım: Son olarak Yerleşim sekmesinden Gadget Ekle > HTML/JavaScript Gadget diyerek şu HTML odunu ekleyin:
İşlem bu kadar ama düzenlemeniz ve bilmeniz gereken bazı hususlar var.
Son zamanlarda gelişmiş premium Blogger temalarında gördüğümüz otomatik sliderlar var. Bunlar etikete bağlı çalışıyor. Yani belirlediğiniz etikete ait yazılar manşette otomatik olarak gözüküyor. Böylece hiçbir düzenlemeye ihtiyaç duymadan manşette gösterilen yazılar değişiyor.
Bu eklentiyi blogunuza eklemek için şu adımları takip edebilirsiniz:
1. Adım: Blogger kumanda panelinizde Şablon > HTML’yi Düzenle diyerek <head> kodunu bulun ve hemen altına şu Jquery kodunu ekleyin:
<script src='https://cdnjs.cloudflare.com/ajax/libs/jquery/2.1.4/jquery.min.js' type='text/javascript'></script>
2. Adım: Yine HTML kodları arasında </head> kodunu bularak hemen üstüne şu script kodlarını ekleyin:
<script src='https://cdnjs.cloudflare.com/ajax/libs/jquery-nivoslider/3.2/jquery.nivo.slider.min.js' type='text/javascript'/>
<script type='text/javascript'>
//<![CDATA[
$(function () {
$(".recent-slider").each(function () {
$(this).append('<div id="slider"></div>');
var e = $(this).attr("data-label"),
n = "https://bloghocam.blogspot.com/feeds/posts/summary/-/" + e + "?max-results=" + 5 + "&alt=json-in-script",
l = $(this);
$.ajax({
type: "GET",
url: n,
async: true,
contentType: "application/json",
dataType: "jsonp",
success: function (s) {
for (var r = 0; r < s.feed.entry.length; r++) {
for (var n = s.feed.entry[r], i = 0; i < n.link.length; i++)
if ("alternate" == n.link[i].rel) {
var o = n.link[i].href;
break
}
try {
var c = n.media$thumbnail.url.replace("s72-c", "h300-w1200-no")
} catch (p) {
var c = "https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7ZkjweG_SPpLacVCz4GbXh3HONudlGHcU5OCg-wM2BYdXgukP0hgEkWgAP8szJ3-ROFxjuMD5_0yjt87eI7WJj5FPbOQT-SOM21JGdXjpMztyGpY6tHGutYuNtZ4WKS9EsZHTHuvgY2pk/s600/no-thumbnail_f_600x250.png=w600-h250-no"
}
var d = n.title.$t,
u = n.summary.$t.substr(0, 180),
h = '<a href="' + o + '"><img src="' + c + '" title="<a href=\'' + o + "'><h3>" + d + "</h3></a><p>" + u + '</p>"/></a>';
l.find("#slider").append(h)
}
$("#slider").nivoSlider({
effect: "random",
pauseTime: 5e3
})
}
})
})
});
//]]>
</script>
3. Adım: Yine HTML kodları içerisinde ]]></b:skin> kodunu bulun ve üstüne şu CSS kodlarını ekleyin:
.nivoSlider,.top-l-slider .nivoSlider{width:100%;text-align:Center;overflow:hidden}.nivo-box,.nivoSlider{overflow:hidden}.nivoSlider{position:relative;height:300px}.nivoSlider img{position:absolute;top:0;left:0;max-width:none;height:300px!important}.top-l-slider .nivoSlider{position:relative;height:400px}.top-l-slider .nivoSlider img{position:absolute;top:0;left:0;max-width:none;height:400px!important}.nivo-main-image{display:block!important;position:relative!important;width:100%!important}.nivoSlider a.nivo-imageLink{position:absolute;top:0;left:0;width:100%;height:100%;border:0;padding:0;margin:0;z-index:6;display:none;background:#fff;filter:alpha(opacity=0);opacity:0}.nivo-box,.nivo-slice{z-index:5;position:absolute}.nivo-box,.nivo-box img,.nivo-caption,.nivo-slice{display:block}.nivo-slice{height:100%;top:0}.nivo-caption{position:absolute;bottom:10px;left:5%;width:90%;text-align:center;font:400 26px 'segoe ui',sans-serif;z-index:8;-webkit-box-sizing:border-box;-moz-box-sizing:border-box;box-sizing:border-box;color:#fff}.nivo-caption p{text-align:Center;font:400 13px 'segoe ui',sans-serif;margin:10px 20px;padding:10px;display:inline-block;border-radius:4px;background:#656E75;line-height:21px}.nivo-caption a{color:#ecf0f1}.nivo-caption h3{text-align:center;padding:5px;display:inline-block;border-radius:5px;margin:0;line-height:37px!important;background:#F1921A;font:400 30px 'segoe ui',sans-serif}.nivo-caption .sliderdata{margin:10px;text-align:Center;color:#fff}.nivo-html-caption{display:none}.nivo-directionNav a{position:absolute;top:50%;margin-top:-15px;z-index:9;font-size:0;display:block;width:30px;height:30px;border-radius:5px;line-height:30px!important;background-color:rgba(255,255,255,.5);cursor:pointer;box-shadow:1px 1px 1px rgba(0,0,0,.4);-moz-box-shadow:1px 1px 1px rgba(0,0,0,.4);-webkit-box-shadow:1px 1px 1px rgba(0,0,0,.4)}.nivo-prevNav{left:10px}.nivo-nextNav:before,.nivo-prevNav:before{position:Absolute;left:0;top:0;color:#fff;height:30px;width:30px;text-align:center;z-index:100;display:block}.nivo-prevNav:before{content:'\2190';font:400 20px sans-serif;line-height:30px!important}.nivo-nextNav:before{content:'\2192';font:400 20px sans-serif;line-height:30px!important}.nivo-nextNav{right:10px}.nivo-controlNav{text-align:center;z-index:100;position:absolute;top:10px;right:10px;font-size:0}.nivo-controlNav a{cursor:pointer;display:block;width:20px;height:20px;background:#F1921A;float:left;border-radius:10px;margin-right:5px}.nivo-controlNav a.active{background:#E6E7E8;}
4. Adım: Son olarak Yerleşim sekmesinden Gadget Ekle > HTML/JavaScript Gadget diyerek şu HTML odunu ekleyin:
<div class='recent-slider' data-label='SEO'></div>
İşlem bu kadar ama düzenlemeniz ve bilmeniz gereken bazı hususlar var.
- Script kodlarında https://bloghocam.blogspot.com yazan yere kendi blog adresinizi yazın.
- Gadget olarak eklediğiniz HTML kodundan SEO yerine slayt olarak gösterilmesini istediğiniz yazılara ait etiketi yazın.
- Slider otomatik genişliktedir. Üstbilgi gadgetının altına taşırsanız daha geniş, blog kayıtları gadgetının üstüne taşırsanız daha dar gözükecektir.
- Slaytta farklı etiketlerden yazıları göstermek isterseniz istediğiniz yazılara ilave olarak featured diye bir etiket ekleyin. Son HTML kodundaki SEO yazan yere featured yazın. Böylelikle sliderı daha verimli kullanabilirsiniz.
Gaétan Soucy’den bir demir leblebi: Kibritleri Çok Seven Küçük Kız
Kısa ve sarsıcı bir roman olan Kibritleri Çok Seven Küçük Kız okurunu faşizmle yüzleştiriyor
“Kardeşimle ben kâinatla baş etmek zorunda kaldık, çünkü baba bir sabah, daha gün ağarmadan, ruhunu sessizce teslim etti.”
Çarpıcı bir giriş cümlesiyle başlıyor Kibritleri Çok Seven Küçük Kız. Gaétan Soucy’nin romanı 1998 yılında yayınlandığında, edebiyat dünyasının büyük bir kısmı tarafından ayakta alkışlanmış ve okurlar arasında da heyecan uyandırmıştı.
Daha ilk paragraf bitmeden farklı bir hikayeyle ve dünya algısıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz: “Kardeşimle bana parçalanıp dağılmamamız için emirler gerekliydi, bu bizim yapı harcımızdı. Baba olmadan hiçbir şey yapmasını bilmiyorduk. Kendi kendimize yapabildiklerimiz tereddüt etmekten, var olmaktan, korkmaktan, acı çekmekten ibaretti.”
Soucy, romanı boyunca ilk paragrafın son cümlesinde çerçevesini çizdiği dört eylemin için yerleştiriyor kahramanlarını: Tereddüt etmek, var olmak, korkmak, acı çekmek. Bütün olayı kardeşlerden birinin bakış açısından ve birinci tekil şahıs anlatıcı aracılığıyla aktarıyor. Bunu yaparken de, duygusal olarak despot babanın kurduğu kurallar dünyasından ve fiziksel olarak da evden/malikaneden hiç çıkmamış birinin dilini oluşturuyor. Okuduğu kitaplardan süzdüğü cümleler, baba tarafından sınırlandırılmış bir eğitimin katkıları, kardeşiyle kurduğu evrenin kimi zaman çocuksu kimi zaman uydurmaca nesneleriyle oluşmuş bir dille konuşan anlatıcıyı yaratmak için dilbilgisi ve yazım hatalarına, kuralsız cümlelere, yaratılmış kelimelere yaslanmış yazar. Romanın girişinde yayıncı, çevirinin de bu doğrultuda yapıldığı konusunda okuru bilgilendiriyor. Yeri gelmişken romanı Fransızca aslından çeviren Aysel Bora’ya bu zorlu çevirisi nedeniyle teşekkür etmeliyim.
Kibritleri Çok Seven Küçük Kız, 150 sayfalık, ince denebilecek bir roman. Ancak hem yarattığı dil, hem de ele aldığı konu nedeniyle tam bir demir leblebi. Adının sevimliliğine kanıp da eline alan okuru üzeceğini söyleyebilirim. En sert anlarda bile alaycılığından ve mizahından bir şey kaybetmiyor ama hemen arkasından sert bir tokat indirmeyi de ihmal etmiyor.
Baba’nın ölümü ardından beklenmedik bir gerçekle yüzleşir kardeşler. Dünya dönmeye devam etmektedir. Yani bir yandan bu ölümle ve babanın ölü bedeniyle, bir yandan da akıp giden hayatın ta kendisiyle başa çıkmak zorundadırlar. “Kâinatın hali her zamankinden daha kötü değildi. Her şey aynı eski uykuya dalmış, hiçbir şey olmamış gibi geçip gidiyordu.”
Kitabı okurken sıklıkla Yorgos Lanthimos’un 2009 tarihli benzersiz filmi Kynodontas (Dogtooth) geldi aklıma. Çocuklarını dış dünyadan soyutlayıp farklı bir evren bilgisiyle büyüten ailenin hikayesi, izleyen herkesi sarsan bir film olarak çoktan sinema tarihindeki yerini aldı. Sarsıcı bir faşizm eleştirisi olan Dogtooth’ta eğitim ve dil konusu, bütün o şiddetin tam merkezinde duruyordu.
Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’da da yazar, baskıcı babanın ölümüyle başlayan çözülmede aynı çizgilere basarak yürüyor. Dilbilgisini Saint-Simonkitaplarını, felsefeyi de Spinozakitaplarını çalışarak öğrenmiş bir anlatıcı var karşımızda. Ama bu konudaki bilgileri de baskıcı babanın süzgeciyle değerlendirmesi ve gündelik bilgi konusunda, despotun kurallarının dışına çıkamaması. Bir yanda sosyoloji biliminin sıfır noktasında duran ve eserlerinde geleneksel otorite kavramıyla hesaplaşan Saint-Simon, diğer yanda Tanrı kavramıyla hesaplaşması sonucunda din düşmanı olmakla suçlanan Spinoza. İşte bu zorlu sarkacın ortasında hem ikisinin düşünceleriyle de dalga geçen hem de sıkıştıkça onlara başvuran bir anlatıcımız var: “Spinoza’nın anlaşılmaz ötesi etik’ini okumadan önce kendime sorduğum bin bir türlü soru, kafama işte o an üşüşüyordu, çok değil daha geçen sene başka birçok şeyin yanı sıra, gerçek dinin ölüm üzerine bir meditasyon değil, hayat üzerine bir meditasyon olduğunu oradan öğrendim, ey çürüme!”
Dogtooth kapalı sisteme, baskıcıya, tirana, diktatöre karşı çıkışını ve isyanını her şeye rağmen doğanın varlığına sığınılabileceği ile gösteriyordu yer yer. Kibritleri Çok Seven Küçük Kız da benzer bir bakışı paylaşıyor. Üstüne faşizmin karanlığından yeni ve alaycı bir dille çıkılabileceğinin işaretlerini de barındırıyor.
Kahramanına “Ne kadar hiçseniz, o kadar manevi desteğe ihtiyacınız vardır,” dedirten kitap, adıyla ilişkisini de sarsıcı finaline saklıyor.
1958 doğumlu Kanadalı yazar Gaétan Soucy, , 9 Temmuz 2013’te Montreal’deki evinde kalp krizi geçirerek öldüğünde arkasında Kefaret, Müzikhol ve Kibritleri Çok Seven Küçük Kız gibi ödüllü ve sarsıcı kitaplar bırakmıştı. Elimizdeki kitap Prix Ringuet de l’Académie des lettres du Québec ve Prix du grand public la presse / Salon du livre de Montreal ödüllerinin yanı sıra eleştirmenlerden büyük övgüler almış ve birçok dile çevrilmiş bir kitap.
Kimi okurlar midesine yumruk atan kitaplarla mücadele etmeyi sever. Böyle okurlardansanız önce Yorgos Lanthimos imzalı Kynodontas (Dogtooth) filmini izlemenizi, ardından da eşsiz bir okuma deneyimi veren Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’ı okumanızı öneririm. Çünkü bu kitap edebiyatın hala yeni şeyler söyleyebileceğinin kısa ve çarpıcı bir örneği.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)