Kısa ve sarsıcı bir roman olan Kibritleri Çok Seven Küçük Kız okurunu faşizmle yüzleştiriyor
“Kardeşimle ben kâinatla baş etmek zorunda kaldık, çünkü baba bir sabah, daha gün ağarmadan, ruhunu sessizce teslim etti.”
Çarpıcı bir giriş cümlesiyle başlıyor Kibritleri Çok Seven Küçük Kız. Gaétan Soucy’nin romanı 1998 yılında yayınlandığında, edebiyat dünyasının büyük bir kısmı tarafından ayakta alkışlanmış ve okurlar arasında da heyecan uyandırmıştı.
Daha ilk paragraf bitmeden farklı bir hikayeyle ve dünya algısıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz: “Kardeşimle bana parçalanıp dağılmamamız için emirler gerekliydi, bu bizim yapı harcımızdı. Baba olmadan hiçbir şey yapmasını bilmiyorduk. Kendi kendimize yapabildiklerimiz tereddüt etmekten, var olmaktan, korkmaktan, acı çekmekten ibaretti.”
Soucy, romanı boyunca ilk paragrafın son cümlesinde çerçevesini çizdiği dört eylemin için yerleştiriyor kahramanlarını: Tereddüt etmek, var olmak, korkmak, acı çekmek. Bütün olayı kardeşlerden birinin bakış açısından ve birinci tekil şahıs anlatıcı aracılığıyla aktarıyor. Bunu yaparken de, duygusal olarak despot babanın kurduğu kurallar dünyasından ve fiziksel olarak da evden/malikaneden hiç çıkmamış birinin dilini oluşturuyor. Okuduğu kitaplardan süzdüğü cümleler, baba tarafından sınırlandırılmış bir eğitimin katkıları, kardeşiyle kurduğu evrenin kimi zaman çocuksu kimi zaman uydurmaca nesneleriyle oluşmuş bir dille konuşan anlatıcıyı yaratmak için dilbilgisi ve yazım hatalarına, kuralsız cümlelere, yaratılmış kelimelere yaslanmış yazar. Romanın girişinde yayıncı, çevirinin de bu doğrultuda yapıldığı konusunda okuru bilgilendiriyor. Yeri gelmişken romanı Fransızca aslından çeviren Aysel Bora’ya bu zorlu çevirisi nedeniyle teşekkür etmeliyim.
Kibritleri Çok Seven Küçük Kız, 150 sayfalık, ince denebilecek bir roman. Ancak hem yarattığı dil, hem de ele aldığı konu nedeniyle tam bir demir leblebi. Adının sevimliliğine kanıp da eline alan okuru üzeceğini söyleyebilirim. En sert anlarda bile alaycılığından ve mizahından bir şey kaybetmiyor ama hemen arkasından sert bir tokat indirmeyi de ihmal etmiyor.
Baba’nın ölümü ardından beklenmedik bir gerçekle yüzleşir kardeşler. Dünya dönmeye devam etmektedir. Yani bir yandan bu ölümle ve babanın ölü bedeniyle, bir yandan da akıp giden hayatın ta kendisiyle başa çıkmak zorundadırlar. “Kâinatın hali her zamankinden daha kötü değildi. Her şey aynı eski uykuya dalmış, hiçbir şey olmamış gibi geçip gidiyordu.”
Kitabı okurken sıklıkla Yorgos Lanthimos’un 2009 tarihli benzersiz filmi Kynodontas (Dogtooth) geldi aklıma. Çocuklarını dış dünyadan soyutlayıp farklı bir evren bilgisiyle büyüten ailenin hikayesi, izleyen herkesi sarsan bir film olarak çoktan sinema tarihindeki yerini aldı. Sarsıcı bir faşizm eleştirisi olan Dogtooth’ta eğitim ve dil konusu, bütün o şiddetin tam merkezinde duruyordu.
Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’da da yazar, baskıcı babanın ölümüyle başlayan çözülmede aynı çizgilere basarak yürüyor. Dilbilgisini Saint-Simonkitaplarını, felsefeyi de Spinozakitaplarını çalışarak öğrenmiş bir anlatıcı var karşımızda. Ama bu konudaki bilgileri de baskıcı babanın süzgeciyle değerlendirmesi ve gündelik bilgi konusunda, despotun kurallarının dışına çıkamaması. Bir yanda sosyoloji biliminin sıfır noktasında duran ve eserlerinde geleneksel otorite kavramıyla hesaplaşan Saint-Simon, diğer yanda Tanrı kavramıyla hesaplaşması sonucunda din düşmanı olmakla suçlanan Spinoza. İşte bu zorlu sarkacın ortasında hem ikisinin düşünceleriyle de dalga geçen hem de sıkıştıkça onlara başvuran bir anlatıcımız var: “Spinoza’nın anlaşılmaz ötesi etik’ini okumadan önce kendime sorduğum bin bir türlü soru, kafama işte o an üşüşüyordu, çok değil daha geçen sene başka birçok şeyin yanı sıra, gerçek dinin ölüm üzerine bir meditasyon değil, hayat üzerine bir meditasyon olduğunu oradan öğrendim, ey çürüme!”
Dogtooth kapalı sisteme, baskıcıya, tirana, diktatöre karşı çıkışını ve isyanını her şeye rağmen doğanın varlığına sığınılabileceği ile gösteriyordu yer yer. Kibritleri Çok Seven Küçük Kız da benzer bir bakışı paylaşıyor. Üstüne faşizmin karanlığından yeni ve alaycı bir dille çıkılabileceğinin işaretlerini de barındırıyor.
Kahramanına “Ne kadar hiçseniz, o kadar manevi desteğe ihtiyacınız vardır,” dedirten kitap, adıyla ilişkisini de sarsıcı finaline saklıyor.
1958 doğumlu Kanadalı yazar Gaétan Soucy, , 9 Temmuz 2013’te Montreal’deki evinde kalp krizi geçirerek öldüğünde arkasında Kefaret, Müzikhol ve Kibritleri Çok Seven Küçük Kız gibi ödüllü ve sarsıcı kitaplar bırakmıştı. Elimizdeki kitap Prix Ringuet de l’Académie des lettres du Québec ve Prix du grand public la presse / Salon du livre de Montreal ödüllerinin yanı sıra eleştirmenlerden büyük övgüler almış ve birçok dile çevrilmiş bir kitap.
Kimi okurlar midesine yumruk atan kitaplarla mücadele etmeyi sever. Böyle okurlardansanız önce Yorgos Lanthimos imzalı Kynodontas (Dogtooth) filmini izlemenizi, ardından da eşsiz bir okuma deneyimi veren Kibritleri Çok Seven Küçük Kız’ı okumanızı öneririm. Çünkü bu kitap edebiyatın hala yeni şeyler söyleyebileceğinin kısa ve çarpıcı bir örneği.
EmoticonEmoticon