Blogum Bir Gecede 10.000 Görüntülemeyi Nasıl Aldı?

Bu yazı, Evde Yazar tarafından Blog Hocam için yazılmıştır.

Ne zamandır Bloghocam'a konuk yazar olmayı istiyordum. Ama öyle bir konu olmalıydı ki hem Bloghocam çizgisine uygun olsun, hem de kendi tarzımı bozmasın.. Epey bir zaman geçti aradan, bir buçuk senelik oldu bizim Evdeyazar.. Derken derken bir günde blogumun görüntüleme sayısı günde ortalama 500-700'den 10.000'e fırlayınca zihin baloncuğumda “Evreka Evreka, Bloghocam'a yazacağım yazı işte bu!” repliği hızla geçti ve ben de acayip sevindirik oldum itiraf edeyim.. Çünkü anlatacağım bu deneyimimin bütün blog yazarlarına faydalı olacağını düşünüyorum.

Sadede gel ve anlat artık, nasıl oldu da blogunun görüntüleme sayısı bir günde böyle fırladı?” dediğinizi duyar gibiyim; azıcık meraklandırayım demiştim, hemen konuya geçiyorum. Olay aynen şöyle gelişti:

Sabah blogdaki mesajlara bakıyordum rutin olarak, sevdiğim bir blogger arkadaşım şöyle yazmıştı:

Kim Milyoner Olmak İster adlı yarışmada 'Gece kokan çiçek hangisidir?' diye sordular. Google amcaya danışayım dedim. Karşıma sizin yazınız çıktı. Nasıl sevindim blogger arkadaşımla karşılaştığım için, sorunun cevabını da sizin yazınızdan öğrenmiş oldum.”


Bu yorum çok hoşuma gitti ve sonrasında nedense istatistiklere bir göz atayım dedim, uzun süredir ilgilenmemiştim; bakmamla şaşırmam bir oldu.. Günde 500-600 bilemediniz 750 tekil sayfa görüntülemesi alan blogumda 23 haziran günü tam 10.408 tekil sayfa görüntülemesi olmuş!.. Biraz daha detaylı baktığımda, “Adı Şebboy'muş!” adlı burada gördüğünüz yazımın tam 9666 adet görüntülendiğini görünce, sabah sevgili blogger arkadaşımın yazdığı yorumla bağlantıyı kurdum; yoksa gerçekten de anlayamayacaktım neler olduğunu.. Aşağıdaki ekran görüntüsünü gururla paylaşıyorum..

istatistikler


Demek yarışmada “ gece kokan çiçek nedir?” diye sorulmuştu ve herkes aynı anda Google'da bu aramayı yapınca karşılarına benim sayfam çıkmıştı. “Yapayım aynı aramayı, bakalım ne oluyor?” dedim ama inanın heyecandan içim de içime sığmıyordu. Aynı gün yaptığım sorguda yazım en üstte çıkıyordu, sonrasında hâlâ Google'da ilk sayfada yer alıyor; hem de yaklaşık 3.990.000 tane sonucun arasından sıyrılarak, ama üçüncü sıraya düşmüş.. Benim gözümde sanırsınız ki yazım, maraton koşusunu kazanmış; o derece sevindim ki ne sevindim. Mütevazı blogumdan beklenenin çok üstünde bir başarı çünkü bu..

google sıra

 

 

“Gece kokan çiçek nedir?” sorgusunda 3.990.000 sonuç içinde benim yazımı ilk sıraya taşıyan şey neydi acaba?

 

Doğrusunu söylemek gerekirse, SEO uzmanlarının söylediği çoğu kurala pek uymuyorum. Ne anahtar kelime kullanıyorum, ne yazının uzunluğuna dikkat ediyorum, H1 H2 etiketleri derseniz onlar da kendi hallerindeler.. Tamamen içimden geldiği gibi yazıyorum, hani diyorlar ya “Özgün İçerik Şart!” diye, işte tek izlediğim kural o..

Bu başarılı sonucun nasıl geliştiğini hem merak ettim, hem de sizlere faydası olur düşüncesiyle yazıyı inceledim, kendimce saptalamalar yaptım:

 

1. Yazı 641 kelimeden oluşmuş, fena bir uzunluk değil. Genelde uzun yazıyorum ben. Demek ki Google da bundan hoşlanmış.

 

2. Yazıda organik olarak, yani yazının gerektirdiği yerlerde toplam 13 kez “şebboy” sözcüğü geçmiş. Bu da yazının tamamındaki sözcüklerin %2'si yapıyor. Yani ben hiç farkında olmadan, tamamen organik bir şekilde yazımda %2 oranında anahtar kelime kullanmışım. Google bu durumdan rahatsızlık duymamış olmalı ki, almış 3.990.000 sonucun en güzeli seçmiş ve ilk sayfanın birinci sırasına taşımış bu içeriği.

 

3. Başlıkta “Şebboy” kelimesini, yani aslında anahtar kelimeyi kullanmışım. Genelde yazıda ne anlatıyorsam, özetleyen bir kelimeyi başlıkta da kullanmaya çalışırım; demek ki Google bu durumu seviyor..

 

4. Yeni öğrendiğim ya da vurgulamak istediğim bir sözcük, bir kavram kullanmışsam yazıda, mutlaka kısa bir açıklamasını yapma alışkanlığım vardır. Nitekim bu yazıda da aşağıdaki gibi kullanmışım, yani tanım yapmışım ve vurgulamak için “mavi renkte” yazmışım. Seo kurallarına uymak için değil, dedim ya sadece bilmeyenler öğrensin diye vurgulamak için böyle yapmıştım. Google robotları gerçekten sandığımdan çok daha yeteneklilermiş ne diyeyim ki başka.. Aşağıdaki tanımlamanın Google robotları için değil, insanlar için yapıldığını anlamışlar ve iyi not vermişler ya, gerçekten de -her ne kadar robot olsalar da - saygı duyuyorum kendilerine..

 

Şebboy” dedi, kokladım, şebboylar adı gibi güzel kokuyordu. Eve gelince araştırdım biraz; Farsça şeb (gece) ve buy (koku) sözcüklerinin birleşimi, yani gece kokan demekmiş şebboy...”

 

5. Yazıda kullandığım fotoğrafı kendim çekmiştim, yani o da özgün. Bloguma bir resim eklediğimde mutlaka “özellik” etiketlerini dolduruyorum, Bloghocam 'ın buradaki yazısında okumuştum, her zamanki gibi yine işe yaramış.

 

Yazının en zor bölümü olan sonuç kısmına geldik kazasız belasız. İnsan misafirliğe gittiğinde nasıl ki oturmasına kalkmasına dikkat eder ya; ben de yazarken nokta, virgül, düşük cümle hatası olacak diye stres olmuştum; defalarca kontrol ettim gerçi, varsa hatalar affola diyeyim..

 

Evet toparlıyorum; “içerik kraldır” veya “Content is king” diyorlar ya, inanın yerden göğe kadar haklılar. Eğer güzel, okunabilir; Google robotlarını kandırmaya yönelik, daha doğrusu “para kazanma amaçlı” yazmazsanız, Google sizi ödüllendiriyor. Dedim ya robot falan demiyorum, Google örümceklerine bu adaletli yaklaşımlarından dolayı acayip saygı duyuyorum.

 

Özet şudur: Yazıyorsunuz, unutuyorsunuz; aylar sonra bir de bakmışsınız ki o yazıyla sürpriz bir başarı yakalamışsınız, yeter ki özgün ve okunabilir içerik üretin..

Dip not:

Siz okuyucular da burada benim gibi misafir sayılırsınız, lütfen giderken yorum bırakmayı ihmal etmeyiniz. Misafir olduğunuz evden ayrılırken kapıda “teşekkürler, görüşmek üzere” demiyor musunuz, bu da aynı şey. Yorumlar az olursa Bloghocam'ın yüzüne bakamam sonra...

 

Sevgiyle ve kendiniz gibi kalın diyorum, Bloghocam'a beni konuk ettiği için çok teşekkür ediyorum ve gidiyorum. “İyiydik böyle, hoştu yazı” diyenleri blogumda görmekten mutluluk duyacağımı bilmem söylememe gerek var mı..

 

YAZAR HAKKINDA:

Sektöre kızıp 2 sene önce radikal bir kararla mesleği bırakan bir tekstil mühendisiyim. Bir buçuk yıl kadar evde yazı çizi işlerinden para kazandım. Blogumun adı da buradan geliyor. Sonrasında evde çalışmaktan sıkıldım, insan bazen rahattan da rahatsız oluyormuş nitekim.. Blogumu referans gösterip başvurduğum reklam ajansında yaklaşık 2,5 aydır metin yazarı ve sosyal medya sorumlusu olarak çalışıyorum şu an, keyfim yerinde açıkçası.. Çocukluk hayalim olan roman yazarlığına çok yaklaştım desem yalan söylemiş olmam..

 

Blog adresim: http://evdeyazar.blogspot.com

Facebook adresim: https://www.facebook.com/Evdeyazarblog

Sergi: Kopuşlar ve Kavuşmalar | Exhibition: Ruptures and Convergences


Bir Kurtarıcıya Mı İhtiyaç Var?
“Bir Kurtarıcıya Mı İhtiyaç Var?” isimli iş, ilk bakışta, dünya tarihine; devrimlere ve savaşlara dair bir imge olan ‘bayrak’a referans vermektedir. Fakat izleyici olarak karşımızdaki forma daha dikkatli baktığımızda imgenin aslında bir bayrak olmadığını; parçalanmış, zarar görmüş bir Superman pelerini olduğunu görürüz. Diğer yandan pelerindeki sarı olması gereken logo beyazdır ve orijinal ile replika arasındaki bu temel fark, bizi yeniden Türkiye’deki görsel bilinci oluşturan temel imgelerden biri olan bayrağa geri götürür. Superman’in çizgi roman evreninde öldüğü, 1993 yılındaki kapak görselinin heykelsi replikası, bizi tüm direnişlerin sonuçsuz kaldığı ve kurtuluş umudunu kaybettiğimiz disütopik bir an’a mahkum ediyor.     

Need a Savior?
The artwork titled ‘’Need a Savior?’’ at first glance refers to the ‘flag’, which is an image related with world history, revolutions and wars. However, when observed more carefully as a viewer, we can see that the image isn’t actually a flag, but a torn, damaged Superman cape. On the other hand,  the logo on the cape which should have been yellow is white, and this fundamental differentiation between the original and the replica leads us back to the flag, one of the foundational images that forms the visual awareness in Turkey. The sculptural replica of the cover image of the 1993 issue, where Superman dies in the graphic novel universe, imprisons us to a distopic moment where all resistance is in vain and where we have lost our hopes of salvation.

                                                                               Bir Kurtarıcıya mı İhtiyaç var? | Need a Savior?
                                     Heykel: Kumaş, metal, moloz | Sculpture: Fabric, metal, rubble
                                                                                                                                            220x80x50 cm
                                                                                                                       2013



KOPUŞLAR ve KAVUŞMALAR
Polonya ve Türkiye ilişkilerinin 600. yılı dolayısıyla Çağdaş Sanat Sergisi
Açılışlar:
2 Mayıs 2014, 18.00
5 Haziran 2014, 18.00
Kuad Galeri, İstanbul
Sanatçılar:
Gülçin Aksoy, Anna Baumgart, Kuba Bąkowski, Piotr Bosacki, Karolina Breguła,
Wojtek Doroszuk, Monika Drożyńska, Nezaket Ekici, Angelika Fojtuch, Karolina Freino,
Patrycja German, Koray Kantarcıoğlu, Piotr Kmita, Katarzyna Krakowiak, Sıtkı Kösemen,
Tomasz Kulka, Robert Maciejuk, Anna Molska, Ardan Özmenoğlu, Ferhat Özgür, Tomasz Partyka,
Agnieszka Polska, Çağrı Saray, Wilhelm Sasnal, Sümer Sayın, Janek Simon, Piotr Skiba,
Konrad Smoleński, Tunca Subaşı, Antek Wajda, Uygur Yılmaz, Krew z Kontaktu (KZK)
Wroclaw Sanat ve Kültür Merkezi (Ośrodek Kultury i Sztuki we Wrocławiu-OKIS) ve Kuad Galeri Polonya Türkiye 600. yıl ilişkileri çerçevesinde Mayıs-Haziran 2014’de Polonya ve Türkiye’den 32 sanatçıyla iki sergi gerçekleştirmekten kıvanç duyuyor.
Polonya ve Türkiye arasında diplomatik ilişkiler - Jan Długosz’un günlüklerinde belirtildiğine göre-600 yıl önce 1414’de Sultan I. Mehmet Çelebi o dönemde başkent olan Bursa’daki sarayında Polonya diplomatik heyetini kabul etmesiyle başladı.
600 yıl boyunca Polonya ve Türkiye arasındaki siyasal, ticari ve kültürel ilişkiler gelişti ve zenginleşti. 15. yy’ da sınırdaş olan iki ülke çoğul kültürleri açısından da birbirine bağlandı ve dünyanın siyasal-coğrafi haritasında özel bir yere sahip oldu.
Bu 600 yıllık köklü tarihsel arka plana karşın 20.yy’daki insan ilişkileri ve iletişim koşulları açısından Polonya Türkiye ilişkilerini sorgulamak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı sonunda başlayan Soğuk Savaş döneminin ideolojik egemenlikleri yüzünden Polonya Türkiye ilişkileri zarar gördü ve büyük bir durgunluk yaşandı. Bu durum Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürdü. 1989’dan sonra bile resmi diplomatik ilişkilerdeki uzun süren değişimler, ekonomik ortaklıklar ve kültürel alış verişin yavaşlığı dolayısıyla ilişkiler olması gereken düzeye yükselemedi.
Tarihsel ilişkinin anımsanmasını ve kutlanmasını öngören bu resmi girişim artık çok disiplinli kültürel ve sanatsal iletişim ve alış veriş için çok verimli bir olanaktır. Bu bağlamda sergimiz sanatçılar ve sanat uzmanları arasında yakın gelecekteki işbirlikleri ve ortaklıklar açısından temel bir buluşturma işlevi taşıyacak.
Wroclaw Kültür ve Sanat Merkezi (Ośrodek Kultury i Sztuki we Wrocławiu) ve Kuad Galeri’nin düzenlediği Kopuşlar ve Kavuşmalar sergisi ve sergiyle bağlantılı açık oturum ve konser gibi etkinliklerin amacı Polonya ve Türkiye’den sanatçı ve sanat uzmanları arasında yeni ve sürdürülebilir profesyonel iletişim ve ilişkiler kurmaktır. 
Burada Kopuşlar ve Kavuşmalar başlığı yalnız Polonya Türkiye arasındaki ilişkilerin 20.yy boyunca karmaşık çelişkili ilişki dönemlerinden oluşan tarihsel gerçekleri yansıtmakla kalmıyor aynı zamanda günümüze özgü sanat yapıtlarının geçmişi irdeleyen gelecek için öneriler sunan özelliklerini de yansıtıyor. Geçmişe yönelik irdelemeler sanatçının muhalif tutumunu -başka deyişle mevcut düzenden uzaklaşmasını- yansıtırken, geleceğe yönelik öneriler düşüncelerin, uygulamaların ve kazanımların birbirine kavuşmasını sağlıyor.
Bu sergide 90’lı yıllardan başlayarak öne çıkan sanatçıların her iki kültürün temellerindeki mitolojiler ve arketiplere gönderme yapan, ancak günümüzün siyasal-coğrafi ortamında üretilen işlerini sunuyoruz. Kopuşlar ve Kavuşmalar’ın içerdiği düşünce kültürlerimizin mirasına ve bugünkü durumuna güncel bir görsel yorum getirmektir; bunu yaparken özellikle geçmişteki ve günümüzdeki siyasal ve ekonomik değişimlere, toplumsal kutuplaşmalara ve günümüzdeki küreselleşmeye vurgu yapmaktır.
Polonya ve Türkiye’deki dönemin sanat üretimini karşı karşıya getirerek, buluşturarak paylaşabileceğimiz deneyimleri keşfedebilme olanağımız var; bu yolla yaratıcı bir iletişim ve işbirliği kurabiliriz düşüncesindeyiz.
Ayrıntılı bilgi ve görsel malzeme için:
kuad@kuadgallery.com ve okis@okis.pl
Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Ulusal Miras Bakanlığı ve Aşağı Silezya Voyvodalığı’nın ortak kaynaklarından finanse edilmiştir. Proje, 2014 yılında kutlanacak Polonya-Türkiye ilişkilerinin kuruluşunun 600. yıldönümü dolayısıyla düzenlenecek olan kutlamaların kültür programı çerçevesinde gerçekleştirilmektedir.
Kutlamalara ilişkin daha fazla bilgi için: www.turkiye.culture.pl
Organizasyon ve Koordinasyon:
Culture and Art Centre in Wroclaw (OKIS) and Kuad Gallery, İstanbul
Küratöryel Ekip:
Agnieszka Chodysz-Foryś, Beral Madra, Güneş Nasuhbeyoğlu, Małgorzata Sobolewska
Koordinasyon:
Matylda Chmielewska
Basınla İlişkiler:
Nilüfer Sülüner
Grafik Tasarım:
Daria Malicka

……………………………………………………………………………………………

RUPTURES & CONVERGENCES
Contemporary Art Exhibition on the Occasion of 600th Anniversary of Relations
between Poland and Turkey
Openings:
2 May 2014, 6 pm
5 June 2014, 6 pm
Kuad Gallery, Istanbul
Artists:
Gülçin Aksoy, Anna Baumgart, Kuba Bąkowski, Piotr Bosacki, Karolina Breguła,
Wojtek Doroszuk, Monika Drożyńska, Nezaket Ekici, Angelika Fojtuch, Karolina Freino,
Patrycja German, Koray Kantarcıoğlu, Piotr Kmita, Katarzyna Krakowiak, Sıtkı Kösemen,
Tomasz Kulka, Robert Maciejuk, Anna Molska, Ardan Özmenoğlu, Ferhat Özgür, Tomasz Partyka,
Agnieszka Polska, Joanna Rajkowska, Çağrı Saray, Wilhelm Sasnal, Sümer Sayın, Janek Simon, Piotr Skiba, Konrad Smoleński, Tunca Subaşı, Antek Wajda, Uygur Yılmaz, Krew z Kontaktu (KZK)
Culture and Art Centre in Wrocław and Kuad Gallery are proud to participate in the celebrations of 600th year of Poland -Turkey Relations and to realize two group exhibitions (May and June 2014) with 32 artists from Poland and Turkey.
Diplomatic relations were established between of Poland and Turkey 600 years ago in 1414, when – as Jan Długosz mentions in his chronicles – Sultan Mehmet I Çelebi hosted the first Polish diplomatic mission at his court in Bursa (Empire’s capital of that time).
These 600 years have seen Poland and Turkey’s political, trade and cultural links develop and flourish.  As well as sharing a border in the 15th century, the countries also connected through their multiculturalism and having a specific place at the geopolitical world’s map.
After 600 years profound historical background, 20th century relations between Poland and Turkey need to be questioned for the absence of human relations and communication. With the end of WW II, during the Cold War period of conflicting ideological hegemonies Turkey and Poland relations became totally damaged and stagnant until the Fall of Berlin Wall. Even after 1989, the relations have not been recharged as much as it should be, due to the hesitant transformations in official diplomatic relations as well as in economic collaborations and cultural communications.
This crucial official initiative to celebrate the historical relation will convey an opportunity to multi-disciplinary cultural and artistic communication and exchange, in which this exhibition will have its function as a basis for future collaborations and partnerships between artists and art experts.
Organised by Art and Culture Centre in Wroclaw and Kuad Gallery Ruptures and Convergences exhibition and its accompanying events programme are aimed at connecting artists from Poland and Turkey, whilst creating a new and sustainable relation.
Here the title Ruptures and Convergences not only refer to the historical fact that the relations between Turkey and Poland have endured complex conflicting stages, but also to the character of today’s art works, which are based on retroactive expostulations and prospective proposals. While retroactive expostulations reflect a dissident position -i.e.—a rupture from the status quo, the prospective proposals promise a convergence of ideas, implementations and achievements.
We will present works by artists who debuted in 90’s and later and who relate to the mythologies and archetypes deeply rooted in both cultures, presented however, in a contemporary context of current geopolitics. The idea ofRuptures and Convergences is to shed current visual interpretations to our cultural heritages and status, with a particular emphasis on past and recent political and economic transformations, social polarisations and today’s globalisation process. It may be that, through juxtaposing recent art scene in Poland and Turkey, we will be able to discover some shared experiences and to create a consistent narrative for creative communication and collaboration.
For further information and visual material:
kuad@kuadgallery.com and okis@okis.pl
Co-financed by the Ministry of Culture and National Heritage and the Lower Silesian Voivodeship.The project is organized as part of the 2014 cultural programme celebrating 600 years of diplomatic relations between Turkey and Poland.
More information about the celebrations’ programme: www.turkiye.culture.pl
Organization and Coordination:
Culture and Art Centre in Wroclaw (OKIS) and Kuad Gallery, İstanbul
Curatorial Team:
Agnieszka Chodysz-Foryś, Beral Madra, Güneş Nasuhbeyoğlu, Małgorzata Sobolewska
Coordination:
Matylda Chmielewska
Press Relations:
Nilüfer Sülüner

Graphic Design:
Daria Malicka

Sergi: Mümkün | Exhibition: Possible




Demokrasi Stratejileri no:1-4 | Democracy Strategies no:1-4
   Kağıt üzerine desen (100x120 cm-her parça) 
| Drawing on paper (100x120 cm-each piece)
   2012





KargART’ın geleneksel sezon kapanış sergisi Kargaşa, bu sene Gezi’den ilhamla ve Gezi’nin öğrettikleriyle, “Hayata Geçen Ütopyalar”ı hatırlamak ve “Mümkün,” demek istiyor.

Gezi’den 1 yıl sonra, bir açık çağrı yaparak sanatçıları ütopyalarıyla beraber KargART Salonu’na davet ettik. Çünkü birlikte yaşadığımız ütopyamız, geçici otonom bölgemiz, bir kere var olmuştu artık. Ve her şey değişti.
Sezon sonlarındaki geleneksel karma sergi alışkanlığımız, bu yıl ilk defa zengin bir yan etkinlikler programıyla destekleniyor. 22 isim altında 30’un üzerinde işin yer aldığı sergiyle paralel gerçekleştirilecek yan etkinlik programının bir kısmı, ayrıca Kadıköy’den iki dayanışmanın ev sahipliği yaptığı Don Kişot Sosyal Merkezi ve Caferağa Dayanışma Evi’nde de tekrarlanacak. (Komşu mekânlarda gerçekleştirilecek etkinliklerin programı için www.karga.com.tr adresini takip edebilirsiniz.)
“Mümkün – Hayata Geçen Ütopyalar” Sergisi katılımcı listesi:
Aslı Taner – Veysel Çolak, Aslı Dinç, AslieMk, Burcu Barakacı, Çağrı Saray, Defter Kazıyıcılar Kooperatifi (Ali Mete Sancaktaroğlu, Cem Gezginti – Dilara Tekin), Deniz Mehmet Örnek, Emrah Bekdikli, Erhan Cihangiroğlu, Harun Töle, MAHAL, Melike Kılıç, Murat Mrt Seçkin, Nazım Serhat Fırat, Okay Özkan, Onur Kaçmaz, Rafet Arslan, Sedat Türkantoz, Seha Can, Tayfun Polat, Yonca Enderer, Zafer Yalçınpınar.



Tam da Gezi’de kazandıklarımızı daim kılmanın yollarını aradığımız bu günlerde, ihtiyacımız olan kafa yormak ve halen gerçekleşmekte olan ütopyaları hatırlamak. Çünkü, mümkün. 30 Haziran’a kadar açık kalacak sergiyi her gün 13:00 – 20:00 saatleri arasında gezebilirsiniz.

Gezi Atölyesi | Gezi Workshop


Başka Bir Kahraman

“Başka Bir Kahraman”isimli iş kaslı bir LGBT bireyin yetişkin bir erkeği kucağında taşıdığı ikonik bir sahneyi temsil etmektedir. 2013’te Türkiye’de gerçekleşen Gezi Direnişi sırasında gaz bombalarının arasında yaralı bir erkeği taşıyarak hayatını kurtaran, ismi bilinmeyen kahramanın betimlendiği sahne, adeta bir pieta kompozisyonunu hatırlatmakta.
Tekillik üzerinden katılımın gerçekleştiği ve toplumun her kesiminden toplam 1 milyon kişinin iktidara kafa tuttuğu Gezi olayları, Türkiye’deki toplumsal bilincin yerleşmesinde tarihi bir öneme sahip.

İsimsiz kahramanın hikayesine dair metin ise, Gezi tanıklarından E.S.’ye ait. 
Another Hero
The artwork called Another Hero represents an iconic scene where a muscular LGBT individual carries a grown man in his arms. The scene depicts the anonymous hero, who carried a man across teargas cannisters during the Gezi Resistance in Turkey that took place in 2013, and almost reminds of a pietà itself.
Gezi Protests, where the involvement was on the basis of singularity and over a million people of various social classes stood up to the government, has a historical significance on the roots of societal consciousness in Turkey.
The text about the anonymous hero belongs to E.S., a Gezi witness.


 Başka Bir Kahraman | Another He
  Kağıt üzerine çizim ve metin | Drawing on paper and text  
                                                                 310x110 cm / 2014                                                                      
                                                               




Gezi Atölyesi: "Herkes Kendi Meşrebine Göre Direnmekte!"

Karşı Sanat Çalışmaları ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi desteğiyle düzenlenen Gezi Atölyesi, 11 Haziran Çarşamba akşamı Mimarlar Odası Karaköy binasında gerçekleşecek. Gezi eylemlerinden ilham alan üretim süreci, saat 19.00’dan itibaren kapılarını sokağa, karşılaşmalara, rastlantılara ve katılmak isteyen herkese açacak.

Karşı Sanat Çalışmaları'nın atölye davet metni şöyle:

"Gezi’nin birinci yılı dolmuştu. Hatırlamak, düşünmek, yeniden yorumlamak için bir durak gibiydi birinci yılın sonu. Gezi anlaşılmış, anlatılmış, kapanmış, bitmiş, tamamlanmış değildi. Tek tek herkesin zihninde, bedeninde, sokakta, örgütlenmede çoğalmaya devam ediyordu. Herkes hala kendi meşrebine göre direnmekteydi. Bu yüzden, imzalı, tanımlı, tamamlanmış Gezi’yi temsil eden işlerden oluşan bir 'sergi' yapmadık.  

Gezi eylemlerine rengini veren, gündelik yaşamları olduğu kadar siyaset yapma biçimlerini de etkileyen değerlerin peşine takıldık. Bu bir sergi değil bir atölye, dinamik bir üretim süreci olmalıydı. İskeleti anonimlik, kolektivite ve dayanışma kavramları oluşturdu. Katılımcılar isimlerini boşverip üç gün boyunca bir arada, etkileşime açık olarak ürettiler. Her biri, Gezi eylemleri sırasında, parkta yapılmış sözlü tarih görüşmelerinden seçilen, deneyimlerin anın sıcaklığı içinde aktarıldığı hikayeleri çıkış noktası olarak aldı. Anonim anlatıcılar kenti, eylemi, insanı, doğayı yeniden yaratmıştı. Bu anlatıların atölye sırasında yeniden okunmaları, yorumlanmaları, dallanıp budaklanmaları heyecan verici süreç oluşturacak.


Gezi Atölyesi, belleğin ve tarihin duyusal inşasına olanak tanıyan bir deney. Atölye iki aylık süresi boyunca yeni anlatılar, anlar birikecek, katmanlanacak.  Atölye, üzerinden bir yıl geçmiş deneyimlerin şimdi, burada, yeniden hayat bulması, şimdiyle temas kurması için bir aracı. 

Toplumsal olaylar tarihin bir yerinde bitip tamamlanır mı? Yoksa her an yeniden mi biçim alır? Peki bu biçimi kim, nasıl veriyor? Sorular çoğaltılabilir. Şimdilik, önerimiz, o gün, orada ne olduğunu yeniden düşünmek için Gezi eylemlerine katılmış insanların imgeleminde yoğunlaşmış, ne geçmişte, ne de gelecekte olan anları parka açılan kapılar olarak hayal etmek.  

Gezi Atölyesi, Karşı Sanat Çalışmaları ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi desteğiyle Mimarlar Odası Karaköy binasında gerçekleşiyor. Gezi eylemlerinden ilham alan bu üretim süreci 11 Haziran Çarşamba akşamı saat 19.00’dan itibaren kapılarını sokağa, karşılaşmalara, rastlantılara, katılmak isteyen herkese açacak, çünkü “herkes kendi meşrebine göre direnmekte anlaştı, birbirinin önüne geçmek yerine.”
Röportaj | Interview

Röportaj | Interview



"Gezi Direniş Geleneği" Hakkında Sanatçıların Düşünceleri II

Bir tür politik hareket karakterine sahip olan “#gezidirenişi”, son yıllarda yaşadığımız, paylaştığımız en önemli sosyal olgu olarak, bir tür “milad noktası” gibi yorumlanabilir. Yaklaşık olarak dört aydan beri süre giden protestolarla, eylemlerle gelişen bir “#budahabaşlangıç” ruhunun sanatçılar ve güncel sanat ortamımız tarafından nasıl algılandığı hakkında da kafamda epeyce soru var. Express dergisinin özel sayı olarak sunduğu Haziran-Temmuz sayısının kapağında yer alan bir kolajda gördüğüm “Cihat Burak’ın Resimleriyiz” duvar yazısı, “#gezidirenişi” hareketinin çok farklı ara tonlara sahip bir olgu olduğu hakkındaki öngörümü güçlendirdi.   

Çağdaş sanatın İstanbul’da sahne aldığı etkinliklere belli bir eleştirel çevreden bakıl(a)madığı, sanatçıların arka arkaya sahne aldıkları sergilerdeki çalışmalarının bırakalım değerlendirilmelerini, doğru dürüst fark edilmedikleri gerçeğinden hareket etmemiz gerekiyor. Fuar, koleksiyon ve müzeleşme olguları bu denli gündeme gelirken, “eleştirel sanatsal üretimin” bu denli ilgisiz, başıboş kalması üzerinde durulması gereken bir olgu. Sonuçlarını önümüzdeki yıllarda göreceğimiz bir “kurumsallaşma sürecine” tanıklık ederken, sanatın içeriksel sorgulamasının yapılmaksızın bir tür Neo-Liberalist “marka” olarak algılanılmasıyla gündeme gelen soru ve sorunlar, açık konuşmak gerekirse, sanat çevresinin bile başını kuma gömerek görmemezlikten geldiği bir konumda. Bu durum, bir tür akıl tutulması, bilinç kayması ya da düşünce özürlülüğü olarak tanımlanabilir mi?  

İlginç bir durumla karşı karşıyayız, çağdaş sanatın kuramsal yapıtları arkası arkasına yetkin çevirilerle Türkçe’ye kazandırılırken, 2010’lardaki sanatçı duruşları, bu kitapların varlığından bile haberdar olmadan 1980’lerde Türkiye’de üretilen sanatın çok daha gerisinde, çok daha çekingen; hadi lafı çekinmeden, hakkını vererek kullanalım, daha da “korkak” bir düzeyde. İki üç kurnaz müzayedecinin, kendi kendisini koleksiyoner ilan eden, sayıları iki düzineyi geçmeyen kitlenin, becerikli fuarcıların, hangi kaynaktan gelen desteklerle döndüğü bilinmeyen galerilerin öngörüsüyle oluşan “sanat piyasası”, tuhaf bir şekilde “sanatsal kurumsallaşmanın” da destekçisi olarak sahneye çıktığı için oldukça karmaşık bir “güncel sanat ortamı tablosu” karşısında olduğumuz kesin. Bu kaypak, bırakalım yakın geleceğini, yarını bile belli olmayan güçler dengesinde, toplumsal bir olgu olarak gündeme gelen “#gezidirenişi” çağdaş sanat çevremiz açısından bir tür ayrıştıcı, bir tür yeniden düşünmeye, tartışmaya davet eden bir kimliğe bürünebilir mi? Bu nedenle, geçen ay bir grup sanatçıyla başladığım diyaloğu, ikinci ve son bölümde, farklı sanatçılarla devam ettirmeyi düşündüm.   

Daha önceki yazılarımda toplumsal protestoların sanat, sanat ortamı üzerindeki etkilerini tartışırken, politik güç merkezleri ile sanatsal güç merkezleri arasındaki yakınlıktan, ortaklıklardan, dirsek temaslarından söz etmiştim. Demokrasi arayışıyla sokağa dökülen kitleler, politik güç merkezlerine karşı kimsenin tahmin bile edemiyeceği cesaret, güç ve inançlılıkla demokratik haklarını baskılara rağmen savunurken, sanat ortamında tuhaf bir sessizlik, “bekleyelim görelim” tarzından bir bekleyiş hakim… Toplumsal gelişmelerin “politik erk formlarının” sorgulandığı bir süreçte, sanat ortamındaki kurumsal güç dengelerinin, kabul edilmiş kaypaklıklarına rağmen sessizce kıyıda beklemeleri bir tür “örtüşme” olarak yorumlanabilir mi? Siyasal erk, sanatsal erkle yüzde yüz örtüşen bir kimliğe sahip. Bu kimlik, salon sosyalistliği yapılmadan, iş, sergi, yazı, kataloglar, kitaplar, çalıştaylar bağlamında tartışmaya açılabilecek mi?  Elbette sanatçıların çok hızlı bir şekilde sosyal gelişmelere tepki vermesi beklenemez. Önemli olan, sanatçıların kendi gelişim çizgilerinde düşüncelerini formlaştırabilecek yetkinlikte iş üretebilmeleri ve politik bilinçle yeni bir sorgulamayı başlatarak kendi varoluş nedenleri hakkında bir sinyal verebilmeleridir.

“#budahabaşlangıç” olarak yorumlanan “#gezidirenişi”nin çağdaş sanat üretimini tetikleyen bir güç, metafor olacağını umut etme ve düşünme hakkımız olduğunu düşünüyorum. Toplum-sanat, güç-iktidar ilişkilerini, sanatçıların konumlarını, öngörülerini tartışmaya açmak için en uygun zaman dilimindeyiz. Bu nedenle, aşağıdaki soruları,  Temmuz yazımda olduğu gibi, genç kuşağın farklı eğilimlere sahip temsilcilerine mail aracığıyla gönderdim:   

1- Gezi Direnişini ardından yaşanılanları, halen sürdürülmekte olan demokratik protesto eylemlerini nasıl değerlendiriyor sunuz?

2- Demokratik protesto hareketi, temelinde iktidar erkinin sorgulanıldığı bir eylemdi. Bu çerçevede çağdaş sanat ortamımızdaki güç odaklarının, kurumların durumunu ele almanın zamanı gelmedi mi? 

3- Gezi Direnişi sırasında gördüklerimizden, Taksim meydanın dönüşüm sürecinden ve protestoların yaratıcı gücünden sonra “kamusal alanda” yapılacak olan sanatsal etkinliklerin süsleme ve belgesellikten öteye geçememe ihtimali oldukça yüksek. Teması “kamusal simya” olan önümüzdeki İstanbul Bienali’nin durumu hakkında ne düşünüyor sunuz?

4- Gücünü var olan baskı ve korku sistemine rağmen giderek arttıran protesto hareketleri, forumlar ve diğer etkinliklerde bizzat aktif olarak çalışan sanatçılar olduğunu biliyoruz. Sizce süre giden bu protestoların gündeme getirdiği “estetik” ülkemizdeki sanatsal üretimi etkileyebilir mi? Bu konuda kişisel tecrübeleriniz oldu mu?

5- Ortadoğu’daki devrimlerden sonra kimi Avrupa ülkelerinde ardı ardına sergiler, sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenilmişti. İlk bakışta politik ama yakından incelendiğinde Şarkiyatçılık perspektifinin aşılamadığı bu gibi etkinliklerin ısrarla desteklenmesi ve sanatçılardan sosyal gelişmeler üzerine iş üretmelerinin talep edilmesi hakkında ne düşünüyor sunuz?

6- Son zamanlarda sanatçılar arasında ortaklaşa proje üretme konusunda belli çalışmalar olduğunu görüyoruz. Bağımsız, güç odaklarının uzağında ama mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işlerin üretilmesi konusunda belli eğilimden söz etmemiz mümkün mü?

Çağrı Saray   

1- Öncelikle Gezi Direnişi’ni sadece hükümetin iktidarda olduğu 11 yılın bir sonucu olarak değil, Türkiye’nin yakın tarihi ile ilişkili topyekün bir toplumsal reaksiyon olarak değerlendirmek gerekiyor. Direnişteki çok seslilik ve kapsayıcılık da bunun temel göstergesi. Bu ülkenin vatandaşları Anayasa’da yer alan protesto haklarını kullanıyorlar, yasal olmayan polis şiddetine rağmen. Üstelik işçiler, sendikalar ve daha birçok sivil toplum örgütü bu haklarını 31 Mayıs öncesinde de kullanmaktaydılar. 

Gezi Direnişi’ni, başta 90 kuşağı olmakla birlikte toplumsal bir uyanış olarak nitelendirmek mümkün. Direniş gücünü barındırdığı ‘kimlik’lerin çeşitliliğinden ve tabii ki Türkiye’nin toplumsal sorunlarının çokluğundan alıyor. Yer kabuğunda bir çatlak oluştu ve bu çatlak demokrasi geri gelene dek kapanmayacak. Artık herkes herşeyin farkında. Burada kastettiğim; 20 yaşında, politikayla hiçbir alakası olmayan genç arkadaşların ellerinde siyaset tarihi kitapları taşımaları, merak etmeleri, okumaları ve toplumun her tabakasından bireylerin sadece Gezi ya da Emek değil, işlerinden çıkartılan işçilerin sorunlarından lgbt bireylerin ötekileştirilmesine kadar tüm toplumsal sorunlara karşı reaksiyon göstermeye başlamış olması. Bu farkındalık, tam da -gecikmiş olsa da- ihtiyacımız olan demokrasi ruhunu yeniden canlandırdı.        

Temmuz itibariyle eylemler yerini forumlara-toplantılara bıraktı. Bir anlamda Direniş evrildi ve yapılması daha güç olan “örgütlenme” fikri, motivasyonu devam ettirdi. Fakat görebildiğim kadarıyla, örgütlenme ve kolektif biçimde somut adımlar atılması anlamında söz konusu çok seslilik bir dezavantaja da dönüşüyor; bu kez ideolojiler, particilik, dinler ve mezhepler öne çıkmaya başlıyor. Sanırım bir arada yürüyebilen 1 milyon kişi mesele örgütlenme olduğunda aynı şekilde tek yumruk olamıyor. Fakat süreç akışkan ve organik bir süreç ve nasıl devam edeceği belirsiz. Motivasyonu kaybetmemek gerekiyor.                     

2- Aslında Gezi olayları karşısında sanat kurumlarının sergilediği duruş bu kurumların politikalarını da görünür kıldı. Zaten sermaye ile sıkısıkıya bağları olan banka sponsorluğundaki sanat merkezlerinden, özel müzelere kadar tüm sanat kurumlarının iktidarla barışık duruşu ve ‘tarafsızlığı’ Gezi süreci boyunca dikkat çekti. Fakat bu kurumların doğaları gereği ‘korunaklı’ konumlarını terketmeyecekleri ve neo liberalizmin temsili mekanları olmaya devam edecekleri kanısındayım, tersi varoluş amaçlarıyla zıt düşer. 

İyimser bir bakışla; bu kurumların başındaki küratörlerin-direktörlerin hareket alanlarını genişletmeleri söz konusu olabilir; bu da kurumların başındaki bu aktörlerin risk alması anlamına geliyor. Gezi’yi doğrudan projekte eden sergiler, faaliyetler gerçekleştirmeseler bile, olup bitene karşı tarafsızlığını değiştirip gerçekten sanatın da işlevi olan muhalefet olma duruşunu sergilemeliler. Fakat bu konuda çok fazla umut taşımıyorum, çünkü bu ülkede milletvekilleri ya da polisler bile istifa eder ama sanat kurumlarının başındaki kişiler kendilerini riske atmazlar, en azından bir çoğu.. 

Değişim için diğer bir olasılık ise, sanatçılar ile kurumlar arasındaki ilişkiye endeksli. Sonuçta sanat kurumlarını ayakta tutan öyle ya da böyle sanatçılardır. Fakat bu kurumlara angaje olan çok sayıda sanatçı olduğu için, ki genellikle sanat ortamında öne çıkan bunlardır, sanatçıların bu kurumlarla karşı karşıya gelme riskini taşıyacaklarından da şüpheliyim. Çünkü bugünün küresel sanat ekonomisinde sanatçıların da kurumların sermaye ile olan ilişkisiyle doğru orantılı olarak, kurumlarla aralarında kurdukları ilişkiler var, diğer bir tabirle sanatçının kendini riske atması ‘kariyer’ini de riske atması anlamına geleceğinden sanatçıların da seslerini yükseltebileceklerini pek düşünmüyorum.   

3- 13.İstanbul Bienali için bu sürecin bir sınav niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bienalin küratörü için de bu, kuşkusuz zor bir süreç. Bienal 6 yıldır Koç sponsorlğu başta olmak üzere sayısız eleştiri aldı. Diğer yandan Gezi Direnişi’nin görünür kıldığı en önemli unsurlardan biri de, yukarıda da bahsetmeye çalıştığım, sanat-sermaye ilişkisi oldu. 13B’nin Gezi süreciyle organik bir bağ kurması kaçınılmaz hale geldi. Fakat bu ilişkinin nasıl kurulacağı esas mesele. Gezinin gerçekliği ile sanatın kurgusallığı arasındaki duvarı ortadan kaldırmak belki de Bienalin öncelikle odaklanması gereken sorunsal. 

Yıllar içinde İstanbul Bienali uluslararası sanat ortamında dünyadaki en önemli 5 bienal içinde yeralmaya başladı, öte yandan Türkiye’de bir o kadar çok eleştirildi ve yara aldı, bugün bienalden çok bienal protestoları görünür halde. Bugünün sanat ortamı, tek tek işleri analiz etmek, üzerine düşünmek ve okuma yapmak-eleştiri yazmakla değil, hızlı tüketimle ve gündemde öne çıkanlarla ilgilendiği için bienaldeki işler de görünür olamıyor. Belki bu bağlamda İstanbul Bienali’nin kendi içinde bir dönüşüme ihtiyacı var. Eğer İKSV soruna bu açıdan yaklaşırsa Gezi sürecini İstanbul Bienali için de avantaja dönüştürebilir. Bu, tabii ki, küratörün stratejisine bağlı. 

İstanbul Bienali’nin Koç sponsorluğuyla ya da sermayeye bağımlılığıyla ilgili tartışmalar çoğu zaman saçma geliyor, çünkü bienallerin varoluş amacı zaten uluslararası sanat pazarını oluşturmak ve sermayenin dolaşımını sağlamaktır, 19.yüzyılın sonlarından günümüze kadar sistemin temel prensibi budur. Bienalin içinde yer alınır ya da alınmaz, bu da ayrı bir mesele. Benim tartışmaya değer bulduğum; seçilen kavramsal çerçeve ile sistemin kendi yapısı arasındaki çelişkilerdir.  Gezi olayları sonrasında elimizden zorla alınan parklar, sinemalar için bunca olay yaşanırken, Gezi’ye çadırlar kurulup parklar ‘ev’e dönüşürken ve herşey yıkılıp yerine AVM’ler yapılırken, “Kamusallık”ın kavramsal çerçevenin temelini oluşturması İstanbul Bienali’ni oldukça riskli bir alana itiyor. Zaten Kamusallık başlı başına Türkiye’de sorunlu bir kavram iken, henüz devam etmekte olan bir Gezi süreciyle Bienal arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Süreci okuyabiliyor olsak da, 13B’yi görmeden 13B’nin kamusallığı nasıl ele aldığına dair fazla birşey söylememiz çok doğru olmayacak, bekleyip görmek gerekiyor.

Atölye-Röportaj | Studio-Interview

Yazar: Çiğdem Asatekin



Çağrı Saray
717
21/08/13

Bu sefer atölye ziyaretimizde sizi Paris'e götürüyoruz. 1965 yılından beri farklı ülkelerden sanatçılara ev sahipliği yapan sanat kurumu Cité Internationale des Arts'ta, IKSV tarafından düzenlenen Türkiye Atölyesi'nin şimdiki konuğu Çağrı Saray'la şimdiki atölye deneyimleri, üretimleri ve sanatsal pratiği üzerine biraz konuştuk. 3 aylık bu süreç içerisinde neler yaptığını dinleyip, geri dönüşünde üreteceği işleri merakla ve heyecanla beklemek kalıyor bize.

Bize biraz işlerinin doğasından genel olarak bahsedebilir misin? Motivasyonların neler?

İşlerim içerik bağlamında değişkenlik gösterebiliyor, o süreçte ilgilendiğim konular neler ise üretimim de bu yönde gelişiyor. Kendi sürecime baktığımda, aslında üretimlerimin tümünün bellek, kimlik ve kişisel tarih ekseninde gerçekleştiğini söylemem mümkün. İşlerimin bütününde dizgesel bir izlek olmasına dikkat ediyorum, bu yüzden yaptığım işlerde bir oto-kontrol her zaman mevcut. Sanırım makro düzeyde olan bir gerçekliği ya da sorunsalı; savaş, ayrımcılık, kimlik ya da her türlü toplumsal olayın karşılığını yine kendimi merkeze alarak çalışma eğilimindeyim, bu; benim kişisel özelliklerimle ilgili olsa gerek. 

Şu anda bulunduğun Cité des Arts’a belirli bir projeyi gerçekleştirmek için mi gittin? Yoksa oradaki süreçle birlikte gelişen bir üretim mi olacak?

Cite Des Arts’a giderken özellikle bitmiş bir proje önerisi sunmak istemediğimi ve yeni bir projeyi Paris’te gerçekleştirmenin benim için daha çekici olacağını belirtmiştim. Bana böylesi daha doğru geliyor, daha organik.. Yani zaten İstanbul’da da yapabileceğim bir işi paketleyip Paris’te yapıp bitirmenin benim için bir anlamı yok. Ben 2 ay boyunca Paris’te yaşadım, gezdim ve çalıştım. Sonunda da sadece Paris için üretilmiş işler ortaya çıktı; benim orada bulunma durumumla, benim kişisel tarihim ve o coğrafyanın tarihinin kesiştiği işlerdi bunlar. Cite Des Arts’taki sergimde bu işler sergilendi. Banu Dicle’nin davetiyle gerçekleştirdiğim diğer sergide ise daha önce ürettiğim, fakat hiç sergilemediğim bir seriyi sergiledim.
O sergiden de memnunum, çünkü iş, sergi mekanının kimliğiyle birlikte mekana özgü (site-spesific ) bir projeye dönüştü.  

Orada yaşadığın süreç malzeme kullanımını değiştirdi mi? Yeni bir malzeme arayışın var mı?

Ben uzun süre multidisipliner (çok-disiplinli) bir üretim pratiği izledim. Video, fotoğraf, hazır-nesneler, enstalasyonlar ve desen. Son 4 yılda bu üretim desen ağırlıklı oldu. Fakat Paris’teki süreçte yine eski alışkanlıklarıma geri döndüm; fotoğraf, yine desen ve mekansal işlerin daha baskın olacağı projeler üzerinde çalışıyorum.   

Senin için atölye ne demek? Uygulamadan önce yaşadığın düşünsel süreçle üretim yaptığın zaman dilimi arasındaki ilişki nasıldır, mekanizması nasıl işler?

Ben çalışırken dağınık ve pasaklı bir adamım. Benim için atölye hem düşündüğüm, hem çalıştığım, yemek yediğim, sigara içtiğim, müzik dinlediğim, kısaca ‘yaşadığım’ mekandır. Çalışırken tüm yaşantım-konsantrasyonum aynı mekanda devam etmeye başlıyor. Çalışma sürecinde işi üretmek üzere bir mekana kapanmadan önce sürekli notlar alıyorum; evim ve atölyem bir sürü küçük kağıt parçasıyla dolu -defter alışkanlığım oluşamadı ne yazık ki- sonra bir araştırma süreci oluyor; malzeme, görsel ve işime yarayabilecek her türlü enformasyona ulaşmaya çalışıyorum ve yapılması gereken okumaları yapıyorm, en sonunda işi oluşturmak üzere atölyeye kapanıyorum.   

Daha önce başka bir residency deneyimin oldu mu? Herhangi bir sanatsal pratik değişikliği yaşadın mı?

Evet, New York’ta bir residency deneyimim olmuştu, hatta son 4 yıldır biçimsel olarak süreklilik gösteren desen pratiğime orada başlamıştım. Aslında bu oldukça enteresan bir durum; çünkü New York’a giderken yanımda çok fazla ekipman yoktu ve gittiğim yerde de imkanlar kısıtlıydı, ben de en temel alışkanlığıma geri dönmüş oldum; kağıt ve kalem. Yani bazen şartlar ve olanaklar üretimi doğrudan etkileyebiliyor. 

Dönünce neler yapacaksın, planların neler?

Gitmeden önce aslında bir süre dinlensem mi diye düşünüyordum, belki 1 sezon.. Ama fikrim değişti; döner dönmez çalışmaya başlayacağım, kafamda herşey net. Yapacağım işler büyük ölçüde belli, tüm yaz atölyede çalışmayı düşünüyorum. Tabii ki bu, şu an İstanbul’un durumuna-direnişe bağlı, belki çalışmak yerine sokaklarda olmak gerekecek. 

Hem akademide olmak hem de aktif olarak üretme durumu nasıl yürüyor?

Akademisyenlik başlı başına zor bir alan. Aslında hakkını vererek yapmak için belki de sadece akademisyen olmak gerekiyor. Bu açıdan sanatla benzeşen yönleri var; ikisi de çok fazla zaman alan, süreklilik gerektiren ve hayatınızın tamamına yayılan ve şekillendiren alanlar. Benim fikrim şu yönde; bir sanatçı akademisyen olmak zorunda değildir, fakat sanat okulunda bir akademisyenin aynı zamanda sanatçı olması bence kesinlikle önemli bir unsur. Aktif üretim yapmayan ve sanat alanında varolmayan bir sanat hocası, sürecin bu bölümüne ilişkin hangi bilgiyi öğrenciyle paylaşabilir ki? Kısaca sanat üretimimin akademisyenliğime katkısı mutlaka var.  


Sence, şu anda yaşanan Gezi Parkı direnişi gibi toplumsal olaylar sanatçıların işlerini nasıl etkiler? Senin üretimlerini etkiler mi? Etkilerse nasıl etkiler?

Tabii ki doğrudan etkileyecektir. Kentteki konformist ve steril hayatlarımızın içinde bu yaşananlar tam anlamıyla “gerçek”in kendisi. Yaşananlar, sanatçıları etkilerken sanat da eylemleri yaratıcı ve etkili bir hale getiriyor. Bu süreçte belki hepimizin algısı biraz değişmiştir; Orta Doğuda olanlara, yeni toplumsal hareketlere, devrimlere ve sıcak savaşa bakışımızı kastediyorum. Gerçekliğin yankısı değil de ta kendisi bize temas ettiği anda kimyamız isteristemez değişecek. Ben sürecin bir bölümünde dışarıda bulunduğum için belki olanları farklı gözlemlemiş-hissetmiş olabilirim. Umuyorum ki, bu dışarıdan bakışın getirdiği fark, işlerime de yansıyacaktır.   

Kategori

Kategori