"Gezi Direniş Geleneği" Hakkında Sanatçıların Düşünceleri II
Bir tür politik hareket karakterine sahip olan “#gezidirenişi”, son yıllarda yaşadığımız, paylaştığımız en önemli sosyal olgu olarak, bir tür “milad noktası” gibi yorumlanabilir. Yaklaşık olarak dört aydan beri süre giden protestolarla, eylemlerle gelişen bir “#budahabaşlangıç” ruhunun sanatçılar ve güncel sanat ortamımız tarafından nasıl algılandığı hakkında da kafamda epeyce soru var. Express dergisinin özel sayı olarak sunduğu Haziran-Temmuz sayısının kapağında yer alan bir kolajda gördüğüm “Cihat Burak’ın Resimleriyiz” duvar yazısı, “#gezidirenişi” hareketinin çok farklı ara tonlara sahip bir olgu olduğu hakkındaki öngörümü güçlendirdi.
Çağdaş sanatın İstanbul’da sahne aldığı etkinliklere belli bir eleştirel çevreden bakıl(a)madığı, sanatçıların arka arkaya sahne aldıkları sergilerdeki çalışmalarının bırakalım değerlendirilmelerini, doğru dürüst fark edilmedikleri gerçeğinden hareket etmemiz gerekiyor. Fuar, koleksiyon ve müzeleşme olguları bu denli gündeme gelirken, “eleştirel sanatsal üretimin” bu denli ilgisiz, başıboş kalması üzerinde durulması gereken bir olgu. Sonuçlarını önümüzdeki yıllarda göreceğimiz bir “kurumsallaşma sürecine” tanıklık ederken, sanatın içeriksel sorgulamasının yapılmaksızın bir tür Neo-Liberalist “marka” olarak algılanılmasıyla gündeme gelen soru ve sorunlar, açık konuşmak gerekirse, sanat çevresinin bile başını kuma gömerek görmemezlikten geldiği bir konumda. Bu durum, bir tür akıl tutulması, bilinç kayması ya da düşünce özürlülüğü olarak tanımlanabilir mi?
İlginç bir durumla karşı karşıyayız, çağdaş sanatın kuramsal yapıtları arkası arkasına yetkin çevirilerle Türkçe’ye kazandırılırken, 2010’lardaki sanatçı duruşları, bu kitapların varlığından bile haberdar olmadan 1980’lerde Türkiye’de üretilen sanatın çok daha gerisinde, çok daha çekingen; hadi lafı çekinmeden, hakkını vererek kullanalım, daha da “korkak” bir düzeyde. İki üç kurnaz müzayedecinin, kendi kendisini koleksiyoner ilan eden, sayıları iki düzineyi geçmeyen kitlenin, becerikli fuarcıların, hangi kaynaktan gelen desteklerle döndüğü bilinmeyen galerilerin öngörüsüyle oluşan “sanat piyasası”, tuhaf bir şekilde “sanatsal kurumsallaşmanın” da destekçisi olarak sahneye çıktığı için oldukça karmaşık bir “güncel sanat ortamı tablosu” karşısında olduğumuz kesin. Bu kaypak, bırakalım yakın geleceğini, yarını bile belli olmayan güçler dengesinde, toplumsal bir olgu olarak gündeme gelen “#gezidirenişi” çağdaş sanat çevremiz açısından bir tür ayrıştıcı, bir tür yeniden düşünmeye, tartışmaya davet eden bir kimliğe bürünebilir mi? Bu nedenle, geçen ay bir grup sanatçıyla başladığım diyaloğu, ikinci ve son bölümde, farklı sanatçılarla devam ettirmeyi düşündüm.
Daha önceki yazılarımda toplumsal protestoların sanat, sanat ortamı üzerindeki etkilerini tartışırken, politik güç merkezleri ile sanatsal güç merkezleri arasındaki yakınlıktan, ortaklıklardan, dirsek temaslarından söz etmiştim. Demokrasi arayışıyla sokağa dökülen kitleler, politik güç merkezlerine karşı kimsenin tahmin bile edemiyeceği cesaret, güç ve inançlılıkla demokratik haklarını baskılara rağmen savunurken, sanat ortamında tuhaf bir sessizlik, “bekleyelim görelim” tarzından bir bekleyiş hakim… Toplumsal gelişmelerin “politik erk formlarının” sorgulandığı bir süreçte, sanat ortamındaki kurumsal güç dengelerinin, kabul edilmiş kaypaklıklarına rağmen sessizce kıyıda beklemeleri bir tür “örtüşme” olarak yorumlanabilir mi? Siyasal erk, sanatsal erkle yüzde yüz örtüşen bir kimliğe sahip. Bu kimlik, salon sosyalistliği yapılmadan, iş, sergi, yazı, kataloglar, kitaplar, çalıştaylar bağlamında tartışmaya açılabilecek mi? Elbette sanatçıların çok hızlı bir şekilde sosyal gelişmelere tepki vermesi beklenemez. Önemli olan, sanatçıların kendi gelişim çizgilerinde düşüncelerini formlaştırabilecek yetkinlikte iş üretebilmeleri ve politik bilinçle yeni bir sorgulamayı başlatarak kendi varoluş nedenleri hakkında bir sinyal verebilmeleridir.
“#budahabaşlangıç” olarak yorumlanan “#gezidirenişi”nin çağdaş sanat üretimini tetikleyen bir güç, metafor olacağını umut etme ve düşünme hakkımız olduğunu düşünüyorum. Toplum-sanat, güç-iktidar ilişkilerini, sanatçıların konumlarını, öngörülerini tartışmaya açmak için en uygun zaman dilimindeyiz. Bu nedenle, aşağıdaki soruları, Temmuz yazımda olduğu gibi, genç kuşağın farklı eğilimlere sahip temsilcilerine mail aracığıyla gönderdim:
1- Gezi Direnişini ardından yaşanılanları, halen sürdürülmekte olan demokratik protesto eylemlerini nasıl değerlendiriyor sunuz?
2- Demokratik protesto hareketi, temelinde iktidar erkinin sorgulanıldığı bir eylemdi. Bu çerçevede çağdaş sanat ortamımızdaki güç odaklarının, kurumların durumunu ele almanın zamanı gelmedi mi?
3- Gezi Direnişi sırasında gördüklerimizden, Taksim meydanın dönüşüm sürecinden ve protestoların yaratıcı gücünden sonra “kamusal alanda” yapılacak olan sanatsal etkinliklerin süsleme ve belgesellikten öteye geçememe ihtimali oldukça yüksek. Teması “kamusal simya” olan önümüzdeki İstanbul Bienali’nin durumu hakkında ne düşünüyor sunuz?
4- Gücünü var olan baskı ve korku sistemine rağmen giderek arttıran protesto hareketleri, forumlar ve diğer etkinliklerde bizzat aktif olarak çalışan sanatçılar olduğunu biliyoruz. Sizce süre giden bu protestoların gündeme getirdiği “estetik” ülkemizdeki sanatsal üretimi etkileyebilir mi? Bu konuda kişisel tecrübeleriniz oldu mu?
5- Ortadoğu’daki devrimlerden sonra kimi Avrupa ülkelerinde ardı ardına sergiler, sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenilmişti. İlk bakışta politik ama yakından incelendiğinde Şarkiyatçılık perspektifinin aşılamadığı bu gibi etkinliklerin ısrarla desteklenmesi ve sanatçılardan sosyal gelişmeler üzerine iş üretmelerinin talep edilmesi hakkında ne düşünüyor sunuz?
6- Son zamanlarda sanatçılar arasında ortaklaşa proje üretme konusunda belli çalışmalar olduğunu görüyoruz. Bağımsız, güç odaklarının uzağında ama mümkün olduğunca fazla “elin değdiği” işlerin üretilmesi konusunda belli eğilimden söz etmemiz mümkün mü?
1- Öncelikle Gezi Direnişi’ni sadece hükümetin iktidarda olduğu 11 yılın bir sonucu olarak değil, Türkiye’nin yakın tarihi ile ilişkili topyekün bir toplumsal reaksiyon olarak değerlendirmek gerekiyor. Direnişteki çok seslilik ve kapsayıcılık da bunun temel göstergesi. Bu ülkenin vatandaşları Anayasa’da yer alan protesto haklarını kullanıyorlar, yasal olmayan polis şiddetine rağmen. Üstelik işçiler, sendikalar ve daha birçok sivil toplum örgütü bu haklarını 31 Mayıs öncesinde de kullanmaktaydılar.
Gezi Direnişi’ni, başta 90 kuşağı olmakla birlikte toplumsal bir uyanış olarak nitelendirmek mümkün. Direniş gücünü barındırdığı ‘kimlik’lerin çeşitliliğinden ve tabii ki Türkiye’nin toplumsal sorunlarının çokluğundan alıyor. Yer kabuğunda bir çatlak oluştu ve bu çatlak demokrasi geri gelene dek kapanmayacak. Artık herkes herşeyin farkında. Burada kastettiğim; 20 yaşında, politikayla hiçbir alakası olmayan genç arkadaşların ellerinde siyaset tarihi kitapları taşımaları, merak etmeleri, okumaları ve toplumun her tabakasından bireylerin sadece Gezi ya da Emek değil, işlerinden çıkartılan işçilerin sorunlarından lgbt bireylerin ötekileştirilmesine kadar tüm toplumsal sorunlara karşı reaksiyon göstermeye başlamış olması. Bu farkındalık, tam da -gecikmiş olsa da- ihtiyacımız olan demokrasi ruhunu yeniden canlandırdı.
Temmuz itibariyle eylemler yerini forumlara-toplantılara bıraktı. Bir anlamda Direniş evrildi ve yapılması daha güç olan “örgütlenme” fikri, motivasyonu devam ettirdi. Fakat görebildiğim kadarıyla, örgütlenme ve kolektif biçimde somut adımlar atılması anlamında söz konusu çok seslilik bir dezavantaja da dönüşüyor; bu kez ideolojiler, particilik, dinler ve mezhepler öne çıkmaya başlıyor. Sanırım bir arada yürüyebilen 1 milyon kişi mesele örgütlenme olduğunda aynı şekilde tek yumruk olamıyor. Fakat süreç akışkan ve organik bir süreç ve nasıl devam edeceği belirsiz. Motivasyonu kaybetmemek gerekiyor.
2- Aslında Gezi olayları karşısında sanat kurumlarının sergilediği duruş bu kurumların politikalarını da görünür kıldı. Zaten sermaye ile sıkısıkıya bağları olan banka sponsorluğundaki sanat merkezlerinden, özel müzelere kadar tüm sanat kurumlarının iktidarla barışık duruşu ve ‘tarafsızlığı’ Gezi süreci boyunca dikkat çekti. Fakat bu kurumların doğaları gereği ‘korunaklı’ konumlarını terketmeyecekleri ve neo liberalizmin temsili mekanları olmaya devam edecekleri kanısındayım, tersi varoluş amaçlarıyla zıt düşer.
İyimser bir bakışla; bu kurumların başındaki küratörlerin-direktörlerin hareket alanlarını genişletmeleri söz konusu olabilir; bu da kurumların başındaki bu aktörlerin risk alması anlamına geliyor. Gezi’yi doğrudan projekte eden sergiler, faaliyetler gerçekleştirmeseler bile, olup bitene karşı tarafsızlığını değiştirip gerçekten sanatın da işlevi olan muhalefet olma duruşunu sergilemeliler. Fakat bu konuda çok fazla umut taşımıyorum, çünkü bu ülkede milletvekilleri ya da polisler bile istifa eder ama sanat kurumlarının başındaki kişiler kendilerini riske atmazlar, en azından bir çoğu..
Değişim için diğer bir olasılık ise, sanatçılar ile kurumlar arasındaki ilişkiye endeksli. Sonuçta sanat kurumlarını ayakta tutan öyle ya da böyle sanatçılardır. Fakat bu kurumlara angaje olan çok sayıda sanatçı olduğu için, ki genellikle sanat ortamında öne çıkan bunlardır, sanatçıların bu kurumlarla karşı karşıya gelme riskini taşıyacaklarından da şüpheliyim. Çünkü bugünün küresel sanat ekonomisinde sanatçıların da kurumların sermaye ile olan ilişkisiyle doğru orantılı olarak, kurumlarla aralarında kurdukları ilişkiler var, diğer bir tabirle sanatçının kendini riske atması ‘kariyer’ini de riske atması anlamına geleceğinden sanatçıların da seslerini yükseltebileceklerini pek düşünmüyorum.
3- 13.İstanbul Bienali için bu sürecin bir sınav niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bienalin küratörü için de bu, kuşkusuz zor bir süreç. Bienal 6 yıldır Koç sponsorlğu başta olmak üzere sayısız eleştiri aldı. Diğer yandan Gezi Direnişi’nin görünür kıldığı en önemli unsurlardan biri de, yukarıda da bahsetmeye çalıştığım, sanat-sermaye ilişkisi oldu. 13B’nin Gezi süreciyle organik bir bağ kurması kaçınılmaz hale geldi. Fakat bu ilişkinin nasıl kurulacağı esas mesele. Gezinin gerçekliği ile sanatın kurgusallığı arasındaki duvarı ortadan kaldırmak belki de Bienalin öncelikle odaklanması gereken sorunsal.
Yıllar içinde İstanbul Bienali uluslararası sanat ortamında dünyadaki en önemli 5 bienal içinde yeralmaya başladı, öte yandan Türkiye’de bir o kadar çok eleştirildi ve yara aldı, bugün bienalden çok bienal protestoları görünür halde. Bugünün sanat ortamı, tek tek işleri analiz etmek, üzerine düşünmek ve okuma yapmak-eleştiri yazmakla değil, hızlı tüketimle ve gündemde öne çıkanlarla ilgilendiği için bienaldeki işler de görünür olamıyor. Belki bu bağlamda İstanbul Bienali’nin kendi içinde bir dönüşüme ihtiyacı var. Eğer İKSV soruna bu açıdan yaklaşırsa Gezi sürecini İstanbul Bienali için de avantaja dönüştürebilir. Bu, tabii ki, küratörün stratejisine bağlı.
İstanbul Bienali’nin Koç sponsorluğuyla ya da sermayeye bağımlılığıyla ilgili tartışmalar çoğu zaman saçma geliyor, çünkü bienallerin varoluş amacı zaten uluslararası sanat pazarını oluşturmak ve sermayenin dolaşımını sağlamaktır, 19.yüzyılın sonlarından günümüze kadar sistemin temel prensibi budur. Bienalin içinde yer alınır ya da alınmaz, bu da ayrı bir mesele. Benim tartışmaya değer bulduğum; seçilen kavramsal çerçeve ile sistemin kendi yapısı arasındaki çelişkilerdir. Gezi olayları sonrasında elimizden zorla alınan parklar, sinemalar için bunca olay yaşanırken, Gezi’ye çadırlar kurulup parklar ‘ev’e dönüşürken ve herşey yıkılıp yerine AVM’ler yapılırken, “Kamusallık”ın kavramsal çerçevenin temelini oluşturması İstanbul Bienali’ni oldukça riskli bir alana itiyor. Zaten Kamusallık başlı başına Türkiye’de sorunlu bir kavram iken, henüz devam etmekte olan bir Gezi süreciyle Bienal arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Süreci okuyabiliyor olsak da, 13B’yi görmeden 13B’nin kamusallığı nasıl ele aldığına dair fazla birşey söylememiz çok doğru olmayacak, bekleyip görmek gerekiyor.
EmoticonEmoticon