Adsense Esnek Reklam Birimi Oluşturma

Bu misafir yazı; Sosyaldahi isimli blogun sahibi İsmail tarafından Blog Hocam için yazılmıştır.

Adsense 1 kaç yıl önce akıllı telefonların, tabletlerin kullanımı artmasıyla birlikte esnek reklam birimine geçiş yaptı. Esnek reklam birimi yokken ziyaretçiler reklamların mobil'de ekranı kapladığını ve gezinmenin zorlandığını söylüyor ve siteyi terk ediyordu. Ayrıca kazançlar'da epey düşüyordu.

Responsive ( Esnek ) tasarım nedir ?

Responsive tasarım duyarlı anlamına gelmekte. Resim, yazı gibi alanların tablet veya telefonun genişliğine bağlı olarak boyut değiştirerek ziyaretçilerin daha rahat dolanmasına yardımcı olur. Ayrıca bunun yanında menü gibi eklentiler'de aynı şekilde küçülerek daha kullanışlı hale gelir. Responsive tasarım ilk olarak 2010 yılında yapılmıştır. Responsive tasarım ise 3 şekilde yapılır. Mobil, tablet ve bilgisayar.

Responsive ( Esnek ) Reklam Birimi Nedir ? Nasıl Çalışır ?

Aynı şekilde eklenen reklamın telefon veya tabletin boyutlarına göre boy değiştirerek ortama ayak uydurmasıdır. Bir örnek verecek olursak, bilgisayar'dan 728x90 boyutlarında reklam alanı düzgün görünürken telefon veya tabletler'de kötü bir görünüşe yol açıyor. Adsense Responsive tasarımı ile birlikte 728x90 boyutunda bir reklam telefon ve tabletin boyutlarına göre boy değiştirerek ortama ayak uydurarak rahatsızlık vermiyor ve kazancı arttırıyor.

Responsive ( Esnek ) Reklam Birimini Oluşturalım

Adsense hesabınıza giriş yaptıktan sonra üst menüden şu yolları izleyin; Reklamlarım >  Yeni Reklam Birimi  > Gösteriliyor bölümünden Esnek seçiyoruz ve gerekli ayarları yaptıktan sonra kayıt ederek kodları alıyoruz.


İşlem bittik den sonra kodları blogunuzda ki boş alana yapıştırarak kayıt edebilirsiniz. Kayıt ettik den sonra telefon veya tablet'den kontrol edebilir ve deneyebilirsiniz.

Hakkımda: Adım İsmail ve uzun süredir blog yazarlığı yapmaktayım. Şuana kadar bir çok blogum oldu fakat hatalar'dan kapattım ve son olarak sosyaldahiyi açtım. Bu blog'da hatalara yer yok. Yazılarıma düzenli olarak girmeye başladım. Siz'de takip ederek ipuçlarını okuyabilir ve kendinizi geliştirebilirsiniz. Sitem; Sosyaldahi
Yükselen nefret kitaplara da yöneliyor

Yükselen nefret kitaplara da yöneliyor

Olay basına yansıdı. Artık buna sıradan faşizm falan diyemez kimse. Planlı, sistemli bir olay bu.

Hangi olay mı? Aşağıdaki açıklamayı okuyunca anlayacaksınız.

Türkiye Yayıncılar Birliği olayla ilgili bir açıklama yaptı. Aynen paylaşıyorum:

Samsun’un Atakum ilçesinde bağımsız kitapçılık yapan Adalı Kitabevi yaklaşık 20 kişilik bir grubun saldırısına uğramış, kitabevi sahibi Yalçın Tatlıdil ve 4 kişi bıçakla yaralanmıştır.Saldırganlar aynı zamanda kafe olarak hizmet veren kitabevine ellerinde satır ve bıçaklarla saldırmış, içerde oturanları yaralamış, kitabevinin masa, sandalye ve camlarını da kırarak olay yerinden ayrılmışlardır.

Basından öğrendiğimiz bu acı saldırı, ülkemizde bilinçli bir şekilde körüklenen, farklılıkların kamusal alanda özgürce ifade edilmesine yönelik tahammülsüzlüğün ve nefretin son örneğidir. Bu tür “döner bıçaklı, satırlı, muştalı” saldırılar sokakta artık hemen herkesin başına gelebilecek bir tehdit halini almıştır. Saldırganların harekete geçmesi için sokakta kartopu oynamak, akşam kadınlı-erkekli dolaşmak, politika tartışmak, tacize tepki göstermek gibi sayısız sebep icat edilebilmektedir. Sebepler ne kadar kabul edilemez olursa olsun, bu saldırıların sakatlanmalar ve can kayıplarıyla sonuçlanan ağır bedelleri vardır.

Adalı Kitabevi’ne yapılan saldırı münferit bir olay değil, ülkemizde çeşitli nedenlerle bilenen kutuplaşma ve gerilim atmosferinin, bir arada yaşam kültürü yok edilirken “hoşgörülerek” yükseltilen linç kültürünün son hazin örneğidir. 

Yalnızca Adalı Kitabevi’ne değil tüm okur-yazarlık faaliyetine, kitaplara ve kitapçılara, yayınlama özgürlüğüne yapılmış saydığımız bu saldırıyı kınıyor, bir arada yaşama umudumuzu yitirmemek için yayıncılarımızı ve kamuoyunu Adalı Kitabevi ile dayanışmaya çağırıyoruz.

Çalınan İçeriğin Aramalarda Daha Üst Sırada Çıkması

Blog yazarlığının ne kadar keyifli bir iş olduğunu kendi içeriğini yazan, okuyucularıyla iletişim kuran, blogger arkadaşlarıyla sohbet eden herkes bilir. Fakat her yerde olduğu gibi blog dünyasında da bazı kirli işler dönüyor. Blog dünyasında gerçek bloggerları en çok kızdıran olayların başında ise onca emek harcayarak oluşturdukları içeriğin izinsiz kopyalanması ve başka bloglarda yayınlanması geliyordur. Hele bir de o kopya içerik Google aramalarında orijinalinden üst sıralarda çıkıyorsa söz konusu içeriği yazan bloggerın çıldırması içten değildir.

 

Dünyada kaç tane web sitesi, bu sitelerde kaç tane sayfa var bilmiyorum ama en saçma aramalarda bile Google’da binlerce sonuç çıktığını düşünürsek Google’ın ve Google ekibinin ne kadar zor bir işi olduğunu anlayabiliriz sanırım.

 

Google en doğru ve en iyi sonucu kullanıcıya vermek için yayıncılardan yani biz içerik oluşturanlardan faydalı ve özgün içerikler oluşturmamızı istiyor. Yayıncıları buna teşvik etmek için de kaliteli içerikleri hiçbir backlink veya ekstra SEO çalışmasına gerek kalmadan üst sıralarda çıkarıyor. Fakat bu devasa web dünyasında Google’ın da bazı hatalarını ve gözden kaçırmalarını anlayışla karşılamalıyız. Zira Google’ın arama sonuçlarındaki kaliteyi arttırmakla görevli webspam ekibinin başındaki isim Matt Cutts bu tür aksaklıklar olabileceğinden bahsetmişti ve hakkınızın yendiğini düşündüğünüzde durumu Google’a bildirmek için bir araç geliştirmişti.

 

İçeriğiniz çalındıysa ve çalınan o içerik arama sonuçlarında sizin içeriğinizden üst sıralarda çıkıyorsa Google’ın Scraper Report aracını kullanarak şikayette bulunabilir ve durumun düzeltilmesin isteyebilirsiniz. Bunun için şu sayfaya giderek formu aşağıda tariflediğim şekilde doldurabilirsiniz:

 

Kopya icerik

 

Formu doldururken anlamayacağınız tek yer üçüncü sıradaki kutucuğa ne yazacağınız olabilir. Dolayısıyla buna bir örnek vermek istiyorum.

 

Kopya içeriğin “blogger” diye arandığınızda sizin içeriğinizden üst sırada çıktığını var sayalım. Google’da arama kutusuna blogger yazarak bir arama yapın ve arama tamamlandıktan sonra tarayıcının adres satırındaki urlnin tamamını kopyalayarak formdaki üçüncü kutucuğa yapıştırın.

 

İtiraz formunu doldurduktan sonra Google bunun hemen değerlendirileceği ve işleme alınacağı ile ilgili garanti vermiyor. Hırsızlık mağduru olarak yapabileceklerimiz sınırlı olduğu için denemekte fayda var. Aranızda bu aracı daha önce kullananlar ne sonuç aldığını yorum bölümünden paylaşırlarsa diğer blogger arkadaşlara ışık tutmuş olurlar.

Emeğin Sesi

Otomotiv sektöründeki grevler.

İş cinayetlerine kurban verilen işçiler.

Kayıt dışı iş gücü.

Emek sömürüsü, eskilerden kalma klişe bir söz değil bu ülkede.

Aşağıdaki fotoğrafı internette gördüğümde bütün bunlar ve daha fazlası geldi aklıma. Güçlü bir fotoğraf. Kelimelerle kirletmeden paylaşıyorum.



1930'larda Citroen fabrikasındaki grev ve kadın işçiler.
Fotoğraf: Willy Ronis

AdSense’den Neden Ban Yedim Ve Banı Nasıl Kaldırdım?

Farkettiniz mi bilmiyorum ama bir süre önce Blog Hocam’daki Adsense reklamları kaybolmuştu. Adsense reklamlarının gözükmesi gereken yerlerde boşluk vardı. Ne olup bitiyor, sorun nedir diye Adsense hesabıma giriş yaptığımda Adsense reklamlarının devre dışı bırakıldığı yazıyordu ve sebep olarak da kopyalanmış içerik gösteriliyordu :)

 

Siz de benim gibi şaşırdınız değil mi? Benim gibi içerik üretmeye bu kadar önem veren bloggerın blogunda kopyalanmış içerik nedeniyle reklamların devre dışı bırakılması ilginç :) Fakat ortada bir gerçek vardı Blog Hocam 4 yıllık hayatında ilk kez Adsense’den BAN yemişti!!

 

Adsense’den Neden Ban Yedim?

 

Adsense hesabımda politika ihlalleri bölümüne baktığımda yukarıda da bahsettiğim gibi kopyalanmış içerik ihlalinin saptandığı yazıyor, bununla birlikte kopya içeriğe ait olduğunu sandığım bir örnek url ve sorun kimliği diye bir numara vardı.

 

Bahsi geçen url benim yazıma ait bir url değildi. Blog Hocam’da yayınladığım misafir yazılardan birine aitti. Genellikle misafir yazı yayınlamadan önce yazının daha önce başka br mecrada yayınlanıp yayınlanmadığını muhtelif araçlarla kontrol ederdim fakat bu yazıyı atlamış olmalıyım ki böyle bir problemle karşılaştım.

 

Adsense Ban’ı Nasıl Kaldırdım?

 

Artık hastalığı teşhis etmiştim ve sıra tedaviye gelmişti.

 

1. İlk olarak söz konusu içeriği blogumdan sildim.

2. Ardından Google Webmasters Tools’a girerek Google Dizini > URL’leri Kaldır bölümünden sildiğim bu urlnin Google dizininden kaldırma yönünde bir istekte bulundum.

3. Şu adrese giderek politika ihlalini düzeltmek adına içeriği sildiğimi ve bundan sonra aynı sorunun tekrarlanmaması için önlem aldığımı belirten bir bildirimde bulundum.

4. Ve mutlu son! Ertesi gün Adsense’den aşağıdaki maili aldım.

 

adsense-ban

Bu AdSense maceramı sizinle paylaşmak istedim. Başınıza benimki gibi bir durum gelirse panik olmaya ve endişelenmeye gerek yok. Benim izlediğim adımları izleyerek AdSense reklamlarını tekrar göstermeye başlayabilirsiniz.

 

Söz Sizde

 

Blogu AdSene’den banlanan ve bu banı kaldıran blogger arkadaşların başından geçen AdSense maceralarını ve banı kaldırmak için yaptıklarını okumak isteriz.

LG G4 ile Mükemmel Görün, Mükemmel Hisset!

LG G4, F 1.8 diyafram aralığı ve 16 MP kamera özelliği ile düşük ışık ve portreler için ideal olan ultra-parlak lensi kullanarak muhteşem netlik ve ayrıntı ile parlayan harika-profesyonel görünümlü fotoğraflar çekin.


G4
'ün teknolojinin son harikası, kızılötesine duyarlı renk spektrum sensörü, bir fotoğrafın çekilmesinden bir kare önce tüm görünür ışığı analiz eder ve ölçer ve bu sayede bir fotoğrafın renklerinin düşük ışık koşullarında dahi doğal ve canlı görünmesini sağlar. Aydınlık ve karanlığı ayarlayan kamera ayarlarını düzenleyerek her anı bir sanat eserine çevirin, hareketleri daha hızlı dondurun ve daha iyi düşük ışıkta fotoğraf çekin. G4'ün lazer otomatik odaklanma özelliği ve kamera titremesini azaltan gelişmiş bir görüntü sabitleyicisi olan OIS 2.0 ile hızlı ve net fotoğraflar çekin.

Mükemmel selfie'yi yakalamak için ideal olan bu sınıfının en yüksek kalitesine sahip 8 MP ön kamera, LG'nin eğlenceli ve kullanımı kolay Hareketle Çekim ve Tanıma özelliklerini barındırıyor.


IPS Quantum Ekran
, zengin ve orijinal renklerde ve şaşırtıcı düzeyde aslına uygun yüksek kontrastlı canlı görüntüler üretir.  Ayrıca, ekranın gün ışığında kolaylıkla görünür olmasını sağlamanın yanı sıra, pürüzsüz ve hızlı tepki sağlayan In-cell Touch Display teknolojiden de yararlanır.

Sanatsal bir hassasiyetten esin alan G4'ün birinci sınıf arka kapakları metalik gri, seramik beyaz, parlak altın ve buğday deri şeklinde sunulmaktadır. Şık renkli arka kapaklar, dokusal olarak işlenmiş diziler şeklinde ayırt ediciliğe sahiptir ve deri seçenekleri, özel iplikle dikilmiş bir dizi ayırt edici renk ve özellik ile sunulmaktadır.

Detay için: http://www.lg.com/tr/smart-phones/lg-LGH815TR

 

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

O esnada başka bir yerde...

John Steinbeck, Uzun Vadi adındaki öykü derlemesine gelen eleştiriler söz konusu olunca der ki...

Eleştirmenliğin o tuhaf üçkağıtçılığını ciddiye alamıyorum. Bir kenara garip bir takım laflar istifleyip, sonra da ortaya bir kitap çıkmasını beklemekten ibaret bir iş o.


John Steinbeck
(1902-1968)

Bütün fiiller çaresiz kalır




“Bu kitap, benim kitabım değil,” diyor Sibel Oral. Bu cesur söz aslında kitabın dilinin -anlatı dünyasının da belirleyicisi bir anlamda çünkü Sibel Oral, Roboskî Katliamı gibi kanatıcı ve zorlu bir konuyu ele alırken, kitabı doğrudan kendi kitabı olmaktan uzaklaştıran bir mesafeyi yeğliyor. Zorlu bir karar bu. Tanıklığın en can acıtan hallerinde bile -olabildiğince- öznel kalmaya çalışmak. 
“Roboskî’yi ezberden anlatıyordum, boşlukta bir yerden... Hiç gitmediğim, katliamdan öncesine kadar adını bile bilmediğim bir yeri nasıl da ezberden anlatıyor, adaletin tecelli etmesini bekliyorlar, diyordum aileler için. Öyle ezberden anlattıkça suçluluk duygum da artıyordu.” “Toprağın Öptüğü Çocuklar”ın hemen başlarında yer alıyor Sibel Oral’ın bu itirafı. O andan itibaren Oral’ın, Roboskî başta olmak üzere, insanlığın nice derdine uzak olan herkesin ‘sorumluluğunu-yükünü’ omuzlayacak bir yolculuğa çıkacağını anlıyoruz. Kitabın gücü de bu bakış açısından, kendisiyle yüzleşme cesaretinden geliyor zaten.

Söz gerçek sahiplerinde
 
28 Aralık 2011. Şırnak’ın Uludere ilçesinde bir köy. Kimilerine göre Roboskî, kimilerine göre Ortasu. Bu isim farklılığı bile çok şey anlatıyor aslında. Saat 21.39 ile 22.24 arasında atılan dört bomba. Çoğu 18 yaşın altında 34 kişinin öldürülmesi. 28 aynı aileden 34 kişi. Ve katırları... Sibel Oral “Toprağın Öptüğü Çocuklar”da birçoğumuz için ‘uzaklarda yaşanan facia’ ya da ‘operasyon kazası’ olan olayı, hem siyasetin resmi dilinden hem de basının ‘rüzgara göre eğilen’ dilinden uzaklaştırıp, sözü gerçek sahiplerine bırakıyor. Üç yıldır adalet bekleyen Roboskî halkına. Toprağın öptüğü çocukların analarına, babalarına, kardeşlerine... Zorlu bir karar bu. Çünkü Sibel Oral’ın yapmak istediği (ve sonunda yaptığı), sadece halkla söyleşiler kitabı oluşturmak değil. Roboskî Katliamı’nın bütün cümlelerinden oluşan bir sivil tarih metni oluşturmak. Kitabın “Roboskî Katliamı’nın Türkiye Medyasına Yansımaları” başlıklı ikinci bölümü sadece bir toplumsal tanıklık ve sivil tarih metni olmaktan çıkıp iletişim fakültelerinde okutulacak bir metne dönüşüyor. Gazetelerin ve internet sitelerinin olayı nasıl gördüğü, hangi manşetlerle sayfalarına taşıdığı (ya da taşımadığı), nasıl fotoğraflar ve fotoğraf altı metinleri kullandıkları hem istatistiksel verilerle hem de fotoğraflı örneklerle önümüzde duruyor. Özellikle köşe yazarlarının konuyu işleyişlerini tek tek ve arka arkaya okuduğumuzda sadece Roboskî’yle değil, medyanın günümüzdeki haliyle de hesaplaşıyoruz. Bu hesaplaşmadan umutlu çıkmadığımız da bir gerçek. Kitap sadece bu bölüm için bile, herkesin kütüphanesinde bir ‘yüzleşme belgesi’ olarak yerini almalı kanımca.
 
"Elmayı çok severdi"
 
Sibel Oral’ın ailelerle konuştuğu birinci bölüme gelince... Çaresizlik fiilinin sıklıkla geçtiği, bütün fiillerin çaresiz kaldığı bir metin bu. Abisinin ölümünden sonra aklını yitiren D.’nin hikayesini okurken, kanı çekiliyor insanın. O ruh haliyle saçlarını kesiyor genç kız, dertli anneye o saçları buruşuk bir poşette saklamak düşüyor. Saçlara kıyıyor, akla kıyıyor yaşanan öfke...
 
Sibel Oral’ın “Ne okumak istiyorsun?” sorusuna, “Eskiden hemşirelik okumak isterdim ama şimdi ‘adalet’ okuyacağım,” diyen bir başka kız, sadece bu olaydaki değil Türkiye’deki hukuksuzluğu yüzümüze çarpıyor. ‘Adalet okumak’... Daha ne denir ki?
 
Evladını toprağa vermiş bir annenin “En çok ne severdi oğlunuz?” sorusuna verdiği cevap ise, siyasetin öfkeli, aldatıcı ve çıkarcı dilinden çok daha gerçek ve acı bir tokat: “Elma, elmayı çok severdi...”
 
Kitap, kurduğu dil ve dengeyle, kapağındaki ‘İnceleme’ tanımından çok daha fazlasını veriyor. Kimi yerlerde sarsıcı bir roman, kimi yerlerde bir medya eleştirisi... Yazarın, ince bir ipin üstünde elinde öznel -nesnel denge çubuğunu tutarak düşmeden yürümeyi başarmasıyla, son yılların en katkı sağlayıcı ‘kitap’larından birini okumuş oluyoruz.
 
Tuhaf bir benzetme olacak belki ama “Toprağın Öptüğü Çocuklar” bir büyüme öyküsü sanki. Hiç büyüyemeyecek çocukların hikayelerini takip eden okurların büyüme öyküsü. Okuduğumuz her bir satır, bizi bir cümle daha büyütüyor. Yüzleşmeden ve hesaplaşmadan büyüyemeyecek bir toplumun sorumluluğunu yüklenen Sibel Oral sayesinde, korunaklı dünyamızdan çıkıp büyümeye başlıyoruz. İşte bu yüzden “Toprağın Öptüğü Çocuklar” herkesin okumasını istediğim bir kitap. Suça ortak olmak istemeyen, o vicdan yükünü sadece yazarın taşımasına izin vermeyecek herkesin... Şimdilik geride bir cümle var: Roboskî hâlâ adalet bekliyor.


Allessandra Lolita Oswaldo'dan "Alo Fatih"e...

Resmi tarihin sayfalarına girmeyen bilgiler hepimizin ilgisini çeker.

Telefonu açtığımızda "Alo" diyoruz. Ezbere söylediğimiz, kaynağını düşünmediğimiz bir kelime. Hatta bir sesleniş.

Bu seslenişin ucundaki isim Allesandra Lolita Oswaldo.

Allessandra Lolita Oswaldo, telefonu icat eden Graham Bell’in sevgilisinin adıydı. Atölyesinde çalışırken her telefon çaldığında, tek bağlantısı onunla olduğu için, arayanı biliyor ve telefonu açınca da adını ve soyadını söylüyordu. Daha sonra bu uzun addan vazgeçip, “Ale Lolos” demeye başladı. İşte onun, telefonu her açtığında söylediği bu söz, daha da kısaltılarak “Alo”ya dönüştü.

Sivil tarih "Alo" ile ilgili olarak böyle bir kayıt düşmüş. Dedikoduysa bilemem. Ama hoş bir hikaye.

Tuhaf olan zavallı Allesandra'nın adının yaşadığı yolculuk. Kim bilir ne telefon konuşmalarının başında söylendi. Hüzünler, sevinçler. Hatta gün geldi, yandaş olmanın tanımında bir sıfata dönüştü. Bugün Türkiye'de kime "Alo Fatih" deseniz, kimin ve kimlerin tanımlandığını bilir.

Tarih Allesandra'nın hikayedeki yerini unutmuş olabilir. Dilerim bizler bu ülkede kimlerin "Alo Fatih"lik yaptığını unutmayız.

Sürdürülebilir Evlilik Söyleşisi




Bu yollara baş koyunca en güzeli senin gibi insanlarla karşılaşmak, paylaşmak yanlız olmadığını anlamak. Geçen hafta dünyama giren bir proje Sürdürülebilir Evlilik . O da ne ola derseniz çok güzel bişey ola! Anlatmakla olmaz Facebook sayfaları ve bloglarına tıklayın, görün, takip edin. Benimle de bir söyleşi yaptılar bloglarında yayınlamak üzere, altta o söyleşiyi kes- yapıştır usulüyle paylaşıyorum:


Başka Bir Dünya Mümkün Serisi: Almadım! Selma Hekim Söyleşisi


Aynı yolun yolcusu olduklarımızla yollar er geç kesişiyor ve havalara uçuyor iyi ki diyoruz.
Masalımıza bir kahraman daha ekledik, tanıştık, konuştuki çok sevdik. Selma Hekim 1 Aralık 2014 itibariyle 1 yıllık bir ALMADIM projesi başlatmış. Bloğunda (burada) ve feysbuk sayfasında (burada) pek kıymetli paylaşımlar bulabilirsiniz. Aşağıda da bizimle olan söyleşisi mevcut. Afiyetle okuyunuz efendim, İlhamlı paylaşımdır <3

1 Yıl boyunca keyfi alışveriş yapmama kararı alan bir kadın! Yok canım mümkün mü? Bütün kadınlar alışveriş delisi? Öyle mi dersin? Kadınlar olarak dünyayı kurtarıyoruuzz beyleerr! Haberiniz yok! Almadım diyor kadın, ALMADIM! Hadi dinleyelim.

Merhaba Selam Hanım, Sizinle Almadım aracılığıyla tanıştık ve sayfanız derken bloğunuz yazılarınız, okudukça sevdik sevdikçe okuduk. Benzer tercihleri yapmış aynı duyguları paylaşan ve çoğu zaman almayan olarak biz sizi çok sevdik. Hem biz hem de takipçilerimiz için bize biraz kendinizden ve Almadım projesinden bahseder misiniz?


Merhaba, güzel sözleriniz için teşekkür ederim.  Yaklaşık 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum, bir üniversitede çalışıyorum ayrıca bir atölyem var resim yapıyorum. Uzun yıllardır ekolojiyle kenarından köşesinden ilgilendim fakat kendi hayatıma bunu pek sokamadım.  Son yıllarda sosyal medyada bu tür oluşumları takip etmeye başlamıştım. Yerellik, organik üretim, paylaşım hep ilgimi çeken konular oldu. Evimdeki neredeyse tüm eşyalar ikinci el, bir şeyin kullanılıp atılmasına gönlüm razı olmuyordu, arkadaşlar arasında takas pazarları düzenlemeye başladık, çöpleri ayırmaya başladım. Gezi sonrası biraz küskünlükle kendi hayatımda ve çevremde fark yaratacak bir şeyler yapmak büyük hikayelerin içinde olmaktan daha iyi gelmeye başladı. Öte yandan da AVM’lerden ve alışveriş yapmaktan  daralmaya başlamıştım. Bu bir taraftan da psikolojik bir süreç; kendimi alışveriş yaparak mutlu olan bir insan olarak görüyordum; fakat sadece alırken ve ondan sonraki birkaç saat içinde, sonrasında pişman oluyordum. Bunun sebebinin mülkiyet arzusu olduğunu düşünüyorum, mülkiyet edinmek ise ölümlü olmakla başa çıkmanın yolu sanırım. Almayla ilgili psikolojik süreçlerin yanı sıra son yıllarda dünyadaki üretim ve tüketimin artışı, binaya, mala, reklama boğulmamız da bu kararda etken. Bunların hepsi satılıyor mu, satılmayanlar nereye gidiyor, bunlar uzaydan mı geliyor? Bunlar üretilirken dünyada birçok şey tüketiliyor. Sürekli indirimde olan bir ev tekstili mağazasında elim kolum dolu halde daha ne alsam diye kendimi zorlarken bulmam son damla oldu. Sonraki hafta ofiste otururken aniden bir yıl alışveriş yapmamaya karar verdim. Verir vermez facebookta profilime yazdım. Gelen yorumlar çok olumlu oldu. Süreci bizimle paylaş diyenler oldu, bir blog ve facebook sayfası açtım. Almadım böyle doğdu.

Bloğunuzu incelerken ne almadım dosyalarınıza rastlamak mümkün. Bugünlerde sistem bizleri genelde ne aldığımızı paylaşmaya şartlıyor malum :) Sizi Ne Almadım? dosyaları yapmaya tetikleyen şey ne oldu?

Almadım dosyaları yapmaya hevesle başladım, başta almak isteyip almadığım şeyler oluyordu ama bunlarda hiç aklım kalmıyordu. Herkes şunu görsün istedim; almayınca bir süre sonra unutuyorsunuz ve hiç pişmanlık olmuyor. Fakat daha sonra bir şey almak istemez oldum ve bu bölümü düzenli yazamaz oldum. Bu süreçle birlikte başka farkındalıklar da kazanıyorsunuz, bazen eskiden çok beğendiğim mağazalara girip ürünlere bakıyorum ve iyi ki bu kararı verdim diyorum.

1 Aralık 2014te başlayan bu deneyim ve bize göre aslında bir sosyal deney olan "Almadım" sürecinizde en çok hangi "almadım" kaldı aklınızda? Hala keşke alsaydım dediğiniz bir "almadım" var mı? ve iyi ki almadım dediğiniz?

Aklımda hiçbirşey kalmadı aslında. Özellikle kıyafet konusunda hiç zorlanmadım, sadece psikolojik alma atakları geçiriyorum bazen. Günlük rutinlerimizi, eğlence anlayışımızı bazen almayla beraber yürütüyoruz. Mesela eskiden İstiklal Caddesi’ne çıkınca mutlaka bir kitapçıya uğramak, Beyoğlu iş merkezinden ihraç fazlası ürünler almak benim için bir eğlenceydi. Ya da pazara gidip ucuza güzel t-shirtler ,ıvır zıvırlar, kumaşlar almak. Bunlara sahip olmak değil de o etkinliği düzenlemeyi özlüyorum. O zevkten mahrum kalmak bana bir eksiklik gibi geliyor bazen ama onun yerine yapılacak o kadar güzel şey var ki hayatta.

Alışverişi mümkün mertebe azaltmak adına alternatifler üretirken pek çok şeyi kendiniz yaptığınıza rastladık örneğin özel gün kutlamaları süsler vs. bu konudan da bize bahseder misiniz?

Aslında o kısma biraz daha zaman ayırmak istiyordum ama fırsatım olmadı. Hiç birşey almayınca hediye de alamıyorsunuz. Benim avantajım resim yapıyor olmam. Küçük tuvaller üzerine satmak için yaptığım dekoratif şirin resimler vardı, onlardan hediyeler götürüyorum. Ayrıca incik, boncuk, kağıt,kumaş çok biriktirmişim onlardan da bir şeyler yapıyorum. Hiç olmadı pasta kurabiye kek yapılıp hediye olarak götürülebilir. Biz çok hazıra alışmışız, kendimizin yapabileceği kıyafetten ev eşyasına kadar birçok şey var.

Peki buna bir perhiz dersek :) hiç dayanamayıp bozdugunuz oldu mu?

Blogumda da yazdım. Şimdiye kadar iki şey aldım. Birincisi cilt problemim vardı bir uzmana gittim ve temizleyici bir cilt ürünü kullanmam gerektiğini söyledi. Çok düşündüm ve aldım. Eczaneden aldığım için kendimi biraz iyi hissettirdi. Bir de geçenlerde okulun kooperatifinden zeytinyağlı sabun aldım. Evde bir sürü sabun var, hiç ihtiyacım yok ama 3 liraydı, kooperatifte satılıyordu, bir köyden gelmişti derken fark etmeden almışım. Sonradan uyandım. Bu ikisi haricinde birşey almadım.

Mal beyanınızı okuduk başlarda yaptığınız :) Şuan o beyanda ne gibi değişiklikler oldu? Var mı bir fark?

Çok şey biriktirmişim, o nedenle zorlanmadım. Evde kremler, ojeler, sabunlar doluydu. Onları tek tek bitiriyor ve evi sadeleştiriyor olmak da güzel. Doğum günümde bazı hediyeler geldi, organik şampuan, organik saç boyası, hindistancevizi yağı gibi. İnsanlar ihtiyaç duyabileceğim şeyler hediye ettiler böylece hiç giymeyeceğim kullanmayacağım hediyeler de almamış oldum. Bazı eşyalarımı da elden çıkardım. Öğretmen bir arkadaşım okulun kermesinde bazı takılarımı sattı, vermeye elimin varmadığı ve yıllarca tuttuğum kıyafetlere veda ettim. Amacım olabildiğince az eşyayla kalıp onları eskitene kadar kullanmak.
Bu sosyal deney sürecinizde sonuçlar sizi nasıl etkiledi? "Vayy be böyle de oluyormuş"lar birikti mi?

Sanırım bu bir yıl bitince de almamam kontrollü olarak sürecek. Belki ayda bir ihtiyaçla sınırlarım, henüz  karar vermedim. Fark ettiğim şey kendi adıma çok gereksiz alışverişler yapmış olduğum oldu. Kesin kullanmamız gerektiğini düşündüğüm bazı şeylerin gereksiz olduğunu gördüm, mesela çamaşır yumuşatıcısı. Saçlarımı daha uzun aralıklarla ve daha az şampuanla yıkamaya başladım, diş macununu az kullanmaya başladım. Kimyasal olmayan temizlik ürünleriyle tanıştım. Reklamlarla tamamen kandırıldığımızı gördüm. Bu demek değil ki hayat standartlarınız düşecek, tam tersi bundan sonra bir kazak alacaksam hem güzel hem de kaliteli bir kazak almak isterim. Ayrıca dolapta yılda iki kere giyilmeyi bekleyecek şeylere vereceğim parayı  yaşamaya vermeyi tercih ediyorum
 "Yok bu böyle olmadı, düşündüğüm gibi değilmiş bunu almak şartmış bunu satın almadan yaşanmazmış" dediğiniz almamak ölümcül hasar yaratan bir şey çıktı mı karşınıza?

Henüz çıkmadı. Bir ay içinde diş macunum bitebilir gibi görünüyor mesela, bir de bu yaz kardeşlerimin düğünü var o düğünlerde giyecek bir şeyler bulmam gerekecek. Ben de heyecanla bekliyorum nasıl bir çözüm bulacağımı.
 Peki bu sürece girince satın almama haliniz size duygusal anlamda neler getirdi? Neler götürdü? Var mı böyle şeyler :)  

Almadığım için mutluyum, kendimi birazcık daha samimi hissediyorum.  İnsanoğlu bütün dünya emrine amade sanıyor bütün hayvanlar, toprak, doğa bizim için yaratılmış sanıyoruz ve sömürürken hiç vicdan azabı çekmiyoruz. Bunun böyle olduğumu dilimizle söylüyoruz ama sıra harekete gelince herkes keyfine bakıyor. Bu noktadan uzaklaşmak için adım atmak bana iyi geldi
 .Yaklaşık 6 aylık olacak süreciniz, bir yarıyıl raporu yapsanız kısaca bizim için :) var mı bir özet?

 Almadım demekten başka diyeceğim bir şey yok ve bir de şu var, bir yerden başlarsanız devamı geliyor ve yeni kapılar açılıyor.
 Son olarak bizlere "Almadım" süreciniz için sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Mesajınız nedir?
Şikayet etmek, çözümleri başkalarına başka zamanlara atmak işin kolay yanı ve hiç birşey değiştirmiyor. Biz kendimizde bir değişim yaratırsak başka insanları da etkiliyoruz ve değişim böyle gerçekleşiyor. Benim bütün yaptıklarımda ve yazdıklarımda başka insanların etkisi var. Böyle böyle dünyayı değiştirebiliriz belki.



Bloglarda Görsellik Ve Ziyaretçiye Etkisi

Blog dediğimizde çoğumuzun aklına yazılar, makaleler, cümleler, kelimeler geliyor doğal olarak. Fakat bu demek değil ki yazmakla her şey bitiyor. Blogger olarak üzerinde durmamız gereken önemli bir konu da blogun görselliği ve ziyaretçi üzerinde bıraktığı etki. Müsadenizle açıklayayım…

 

Şuradan inceleyebileceğiniz, üniversite tarafından yapılan bilimsel bir çalışmaya göre sitenize giren yeni bir ziyaretçi  50 milisaniye gibi bir sürede siteniz hakkında bir fikir sahibi oluyor. İşte bu kadar kısa sürede ziyaretçide olumlu bir etki bırakmanın tek bir yolu var; GÖRSELLİK. Aksi taktirde ziyaretçi onca emekle yazdığınız birbirinden değerli içerikleri okumadan blogunuza veda edebilir.

 

Normal hayatta da böyle değil midir zaten? Dünyanın en lezzetli yemeklerinin yapılığı bir restoran sahibi olsan da eğer dışarıdan bakıldığında virane gibi görünen bir mekan, kırık dökük sandalyeler, üstü başı kirli bir personelin varsa kimse içeri girip menüye bile bakmayacaktır.

 

tasarim

 

Blogunuzun Görünümü Hakkında Feedback Alın

 

Blogunuzda çok beğendiğiniz bir tema kullanıp, bunu istediğiniz şekilde düzenlemiş olabilirsiniz. Sizin beğenmeniz şüphesiz ki önemlidir ama burada ön planda tutmanız gereken şey ziyaretçilerin görüşüdür. Zira tarafsız ve gerçekçi yorumlarla sizi en doğru yönlendirecek kişiler onlardır. Bunun da çeşitli yolları var.

 

1. Bir post hazırlayarak ziyaretçilerin yorum bölümünden blogundan görselliği ile ilgili fikirlerini paylaşmalarını isteyebilirsiniz. Bu yöntem eski ve düzenli okuyucularınızdan feedback almak için önerilir.

 

2. Blogunuzun kenar çubuğuna, görünür bir yere bir anket ekleyerek, ziyaretçilerden hızlı geri bildirim alabilirsiniz. Bu yöntem blogunuzu nadir veya ilk kez ziyaret eden kullanıcılardan feedback almak için önerilir.

 

3. Çeşitli forumlarda veya online topluluklarda ilgili bölümlerde konu açarak diğer bloggerların, tasarımcıların veya kullanıcıların fikirlerini öğrenebilirsiniz. Bu yöntem blogunuzu daha önce hiç ziyaret etmemiş fakat deneyim sahibi kişilerden feedback almak için önerilir.

 

Bloglarda Ziyaretçiyi Etkileyen Görsel Faktörler

 

Blogunuzu görsel olarak geliştirmek için üst düzey bir tasarımcı veya programlayıcı olmak zorunda değilsiniz. Üstelik burada bahsettiğim şey kusursuz bir tema bulmak da değil. Ücretsiz online araçlardan ve internetteki faydalı kaynaklardan yararlanarak yapacağınız ufak tefek değişiklikler ziyaretçiye olumlu bir izlenim bırakmak için yeterlidir.

 

- Renk: Blogunuzda kullanacağınız renkler konunuzu, tonunuzu, tarzınızı yansıtmalıdır. Yanlış renk kullanımı okuyucunun gözünü yoracağı gibi blogunuzu hemen terk etmelerine yol açabilir. Blogunuza uygun renk kombinasyonları seçmek için faydalanabileceğiniz bazı ücretsiz araçlar; Color LoversColordColor CombosAdobe Color

 

- Fotoğraflar: Blog yazılarınızda ve blogunuzun muhtelif yerlerinde kullanacağınız fotoğrafların kalitesi ve dikkat çekiciliği de blogunuzu görsel açıdan geliştirebilir. Bunun için her zaman yüksek kaliteli (HD) ve göz alıcı fotoğraflar kullanmanızı öneririm. Bu tür fotoğrafları ücretsiz indirebileceğiniz 15 kaynağı toparladığım yazım size faydalı olabilir.

 

- Tipografi: Blog tasarımında en sık yapılan hatalardan biri de font kullanımı. Farklı olmak adına okunması zor yazı tipleri ve orantısız yazı boyutları kullanmak ziyaretçiyi kaçırabilir. Eğer siz de aldığınız fedbacklerde böyle bir şikayet ile karşılaştıysanız tipogafi kullanımınızı gözden geçirin.

 

- CSS: Blogunuza basit ve küçük CSS kodları ekleyerek dikkat çekici ve çık sonuçlar elde edebilirsiniz. Bu konuda internette pek çok kaynak bulabileceğiniz gibi benim de sık kullandığım  CSS 3 Maker benzeri araçları kullanabilirsiniz.

 

Söz Sizde

 

Siz bir blogu ilk kez ziyaret ettiğinizde blogun görselliği sizi ne kadar etkiliyor? Sırf kötü tasarımı olduğu için terk ettiğiniz blog oldu mu? Blog Hcam’da sizi en çok rahatsız eden görsel öğe ne? Fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim.

Atmak mı zor-Tutmak mı zor





Sürekli dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazıyorum ama yine malı mülkü azaltma konusuna değineceğim . İnsanın ne kadar az eşyası varsa kendini o kadar özgür hisseder gibime geliyor, ya da ben öyle hissediyorum. Eşya insanın hareketliliğini engelleyen birşey, sırtında yük. Bundan beş yıl önce 6 ay yurtdışında yaşadım. Bir valizle gittim ve götürdüklerimden başka birşeye ihtiyaç duymadım. O zaman uyandım biraz çok eşyaya ihtiyaç duymadan yaşayabileceğime. Ama döner dönmez aynı döngünün içine girdim. Kendimi sürekli çamaşır yıkarken, ütülerken, katlarken buluyorum. Kitaplığı düzenle, takıları düzenle, kemerleri nereye koysam derken ömrümü geçiriyorum. Neyse ki almamayla paralel olarak azaltma işine de başladım,sanırım beş aydır  3 kere kıyafetleri elden geçirip fazlalıkları ayırdım. Eskimeye yüz tutmuşları çok giyiyorum ki eskisinler, yarım kalmış kremleri parfümleri bitiriyorum. Şu beş aydır hayatımda sürmediğim kadar parfüm,oje, krem sürdüm, sürmesem daha önce hep yaptığım gibi son kullanma tarihi gelene kadar bekleyecek ve atacaktım. Bir çanta dolusu takı toka vs eşyayı arkadaşımın okul kermesine yolladım.Evdeki fazla kabloları, okuldaki elektronik çöpe attım ama bitmiyor. Atmak da kolay iş değil bu arada. Eşyayı tutmanın psikolojik sebepleri var ki bunlara ayrı bir yazı konusu olabilir.

Bu aralar takip ettiğim projeler var bir tanesi the tiny project. İnsanlar minicik evler kurmuşlar, bazıları bu evleri karavan gibi taşınır yapmış dağ bayır dolaşabiliyorlar. Görünen o ki kendilerine yetecek herşeyleri var mutlu mesut yaşıyorlar. Herkese lham vermesi dileğiyle.

Ümit Alan: "Türkiye'de gazetecilik hep masal mı anlatacak?"

Ne yalan söyleyeyim Ümit Alan'ın böyle bir kitap hazırlamakta olduğunu bilmiyordum. Daha da öteye gideyim, kitabı elime aldığımda bile içeriğinden haberim yoktu. Ümit Alan'ın 2009'dan beri BirGün'de yazdığı yazıları derleyip toparladığını yani bir "köşe yazısı kitabı" yaptığını sanıyordum.

Bu cehaletim bana büyük bir sürpriz ve mutluluk olarak döndü.

Çünkü Türkiye'de Gazetecilik Masalı bütün bu beklentilerin üstünde, harika bir kitap.


Yanlış anlaşılmasın; Ümit Alan'ın köşe yazılarına da meftunum. Kalemine, muradını doğrudan anlatma becerisine, mizahına, samimiyetine ve elbette durduğu yere… Yani köşe yazılarını derleyip toparlamış olsaydı da keyifle okurdum. Ama elimizdeki kitap bize çok daha fazlasını vaat ediyor.

Okumaya dün gece -hatta biraz da yorgun bir halde- başladım. Birkaç sayfa okur, genel ruhunu anlar ve uyurum diye düşünüyordum. Olmadı, kitap beni bırakmadı. Nefes nefese okudum. Heyecanı bol bir polisiyenin sayfa çevirtme yeteneğine sahip kitapla sabahladım. Değer.

Ümit Alan üst başlığı "Saray'dan Saray'a" olan bu inceleme kitabında Türkiye'de gazetecilik tarihinin izini sürüyor. Resmi kayıtları sivil tanıklıklarla karşılaştırarak. Bugünü dünle ilişkilendirerek. Dünü bugünün dinamikleriyle anlamaya çalışarak. Bu konuda önceden yazılmış kitaplarla-yazılarla ilişkisini kesmeden ama onların gölgesinde kalmayarak. Bu konuda yeni cümleler kurmanın, günümüzü otopsi masasına yatırmakla mümkün olduğunu bilerek.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bölümlendirme ve kitabın okunma temposu konusunda editör Emre Taylan'a da teşekkür etmek lazım belli ki. Böyle kitaplarda yazar-gazetecinin çalışma alanını doğru belirleyen bütün editörlere alkış lazım.

İçerikle ilgili yazılacak çok şey var. O cümleleri gazetecilere bırakayım.

Türkiye'de gazetecilik -gerçek anlamda, hayallerimizdeki gibi bir gazetecilik- mümkün mü? Her dönemde gizli bir gündemi oldu mu gazetecilerin? Kapalı kapıların en çok devrede olduğu meslek grubu mu var karşımızda? İktidar-basın ilişkisi hangi dinamiklerle oluşuyor? Görevi 'göstermek' olan gazeteciler neden 'örter'?

Samimiyet ve dürüstlük çeşmesinden su içmek çok mu zordur gazeteci için?

Hep bir 'masal' olarak mı kalacak bu meslek?

Bundan böyle bana gazeteci olmak istediğini söyleyen ya da mesleğe bir yerinden girmiş ve kendisine bir gelecek belirlemek isteyen bütün gençlere önce bu kitabı okumalarını önereceğim. Hatta kendimi kaptırmışken daha da öteye geçeyim; üniversitede basın-yayın, iletişim, sosyal bilim okuyan herkese önereceğim. Kim tutar beni?

Masalları severim. Yerinde anlatıldığında. Ama basında gerçeklere ihtiyacımız var. O gerçeklerle yüzleşmek isteyen herkese Türkiye'de Gazetecilik Masalı'nı öneriyorum.


İş Cinayetleri Almanağı 2014: "O tekmeyi unutma…"

O tekmeyi unutmayacağız.

Bugün Soma dedik gün boyunca. Unutmayacağız, unutturmayacağız dedik.

Kimimiz o tekmeyi, kimimiz sedye kirlenmesin diye dertlenen işçiyi, kimimiz medyanın ikiyüzlülüğünü, kimimiz siyasetin yıkanmakla çıkmayacak karasını hatırladı, hatırlattı.

Gerçekten bir hafıza oluşturmak istiyorsak süreklilik ve büyük resme bakmak gerekiyor.

İşte bu yüzden, tam da bugün kitapçılara ulaşan İŞ CİNAYETLERİ ALMANAĞI 2014 çok önemli.


Adalet Arayana Destek Grubu, Almanağı bizlere sunarken birkaç cümle paylaşmışlar. Ben de o cümleleri sizlerle paylaşıyorum. 
Türkiye’de 2014’te en az 1886 işçi çalışırken hayatını kaybetti. Her gün 5 ila 8 işçi çalışırken hayatını kaybediyor. Türkiye bir işçi mezarlığına dönerken 1. yıldönümü yaklaşan 301 işçinin hayatını kaybettiği Soma katliamı bile ne yazık ki unutulmaya başladı.
İş cinayetlerinde yakınlarını kaybedenlerin ve yaralanarak kurtulanların oluşturduğu Adalet Arayan İşçi Aileleri, Davutpaşa’dan Ostim ve İvedik patlamalarına, Esenyurt çadır yangınından Kozlu’ya, Van/Bayram Otel’den Milas/Güllük’e, Arka Sıradakiler dizi setinden BEDAŞ’a ve Doğa Hastanesi’nden Soma’ya iş cinayetlerinde en çok canı yananlar, iş cinayetlerini unutturmamak için, “başka canlar yanmasın” diyerek adalet mücadelelerini sabır ve sebatla sürdürüyor.
Birlikte ceza davalarını takip ediyor, her ayın ilk pazar günü Galatasaray Meydanı’nda Vicdan ve Adalet Nöbeti tutuyor, başka iş cinayetleri olmasın diye aslında konunun muhatabı olan hepimizi mücadele etmeye çağırıyorlar. Birçok ülkede olduğu gibi 28 Nisan’ın ülkemizde de İş Cinayetlerinde Hayatını Kaybedenleri Anma ve Yas Günü ilan edilmesi talebiyle başlattıkları imza kampanyasını (www.iscinayetlerinunutma.org) sürdürüyorlar.
Sizlerin de değerli katkılarıyla iş cinayetlerini ülkenin gündemine almanağımızla da taşımak istiyoruz. Duyarlılığınızı ve emeğinizi esiremeyeceğinizi umuyoruz.
Bu almanak herkesin kütüphanesinde, içindekiler herkesin hafızasında olmalı. 
İşte ondan sonra daha güçlü bir şekilde "O tekmeyi unutmayacağız," diyeceğiz.

Doğuş Otomotiv Trafik Hayattır!

Emniyet kemerinizi bağlayın, hayattan kopmayın! 
Çünkü Trafik Hayattır!



Faaliyet gösterdiği alanla yakından ilgili, trafik güvenliği konusunda toplumda uzun soluklu bir kültür değişimi yaratmayı hedefleyen Doğuş Otomotiv, kurumsal sorumluluk platformu Trafik Hayattır ile 10 yılı aşkın süredir trafik güvenliği bilincini arttırmak için çalışıyor.

 

Günlük hayatımızda sürücü, yolcu veya yaya olarak yer aldığımız trafikte yaşanan kazaların ancak her yaş grubundan bireylerin trafikteki davranış ve alışkanlıklarını kapsayacak bir trafik güvenliği kültürünün oluşturulmasıyla önleneceğine inanan Doğuş Otomotiv, Trafik Hayattır Platformu üzerinden çocuklar, gençler ve yetişkinlere yönelik farkındalık ve bilinçlendirme eğitimlerini hayata geçirmeye odaklanıyor.

 

 

Bu kapsamda, Trafik Hayattır Platformu trafik güvenliğinin en önemli temel unsurlardan biri olan emniyet kemeri kullanımı alışkanlığının yaygınlaşması için kamu spotu, radyo spotları gibi iletişim faaliyetlerine bir yenisini daha ekledi. Emniyet kemeri kullanımının önemini vurgulayan animasyon filmi ile hem yetişkinlere hem de çocuklara mesaj vermesi planlanıyor. Trafik Hayattır’ın yeni animasyonunda emniyet kemeri kullanılmazsa sürücü ve yolcuların başına gelebilecek tehlikeler esprili bir dille anlatılıyor.

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Yayıncılar şimdiden "kitapçı" hayali kurmalı

Abu Dhabi'deyim.

Kitap Fuarı'nda yapacağım iki konuşma için geldim buraya. Konuşmalardan biri elektronik yayıncılık üstündeydi. Konuşmamın içeriğini daha sonra yazarım. Öncelikle bir diğer konuşmacının, İzlandalı Egill Johansson'un bir görüşünü paylaşmak istedim.

Egill, öncelikle bir yayıncı. Aynı zamanda Reykjavik'te bir kitapçısı da varmış.

Yayıncılık dünyasının yeni dinamikleri içinde "şehir kitapçılarının" öneminin altını çizdi konuşmasında. Market-kitapçılar ve internet üstü satışların, bu kitapçıların önemini artırmaya başladığını söyledi.

Katılıyorum.

Zamanın ruhuyla market-kitapçılar ve internet güçlü görünüyor. Ama "insandan insana" olan ve kültürel bir paylaşım anı yaşatan kitapçılar, kısa süre içinde daha büyük önem taşıyacaklar.

Günümüzde dağıtım tekellerinin ve büyük sermaye gruplarının gölgesinde küçülmeye-kapanmaya mahkum edilen kitapçılar, önümüzdeki yıllarda daha büyük önem kazanacaklar.

Bu konuda daha uzun bir yazı yazmalı.

Şimdilik bir öneriyle bitireyim: Kitap dünyasında büyük aktör olmak isteyen bütün yayıncılar, kendilerine ait bir küçük bir kitapçı dükkanının hayalini kurmaya şimdiden başlamalı.

Benden söylemesi.
10 Mayıs 2015. Abu Dhabi Kitap Fuarı
Egill Johansson ve ben, gelen bir soruyu dinlerken…

Yazarken "soğukkanlı" olabilmek…

Yazıyla olan ilişkim üstünden günlük hayatımı nasıl düzenlediğim sorulduğunda sadece defterlerden ve kalemlerden söz etmem garip gelebilir. Ama oturduğum yerden, yazdığım an’a bakınca, sahne ışıklarının en çok onları aydınlattığını görüyorum. “Sabahları erken kalkar, hafif bir kahvaltının ardından, günlük gazeteleri okur, yürüyüşe çıkar sonrasında da…” diyemem; yok böyle bir şey. Ya da “Gecenin geç zamana kadar yazar, gün ağarırken…” diyemem; bu da tam anlamıyla doğru olmaz. Yazmanın zamanı yok benim için. (Evet, geceleri tercih ederim ama bu değişmez bir kural değildir.)

Kimi zaman sabah erken başlayıp işe gidene kadar, kimi zaman iş dönüşü masaya oturup, yemeği bile unutarak geç vakte kadar… Çalışma masamın başında olmayı severim; yazma anlarında da, benim için “çalışma”nın en keyifli zamanı diyebileceğim okuma anlarında da. Defterlerle çalışırken kahve, bilgisayarın başındayken sigara. (Kahve-sigara konusu, defter-kalem konusundan daha uzun tartışılabilir, belki başka bir yazıda…)

“İlham geldiğinde, gözlem yaparken, çevreyi hissederek,” sözlerine inanmam. Yazma eyleminin romantikleştirilmesi gereksiz gelir bana. Bu sözler bir başladı mı ipin ucu kaçabilir ve “yaşamı duyumsamak, yaşanmışlıkların izdüşümlerinde kaybolmak,” gibi noktalara kadar uzar. Ben kaybolmadan çalışmayı sevenlerdenim. Kabul ediyorum; yazıyla ilişkide mutlaka romantik bir yön var, ama bunu düşünerek yazmakla, yazma anında bunu düşünmeden yaşamak arasında bir fark olmalı. Yazarın yazdıklarıyla arasındaki ilişki soğukkanlı değil midir yoksa? 

Nabokov arabasında çalışırken…


Kategori

Kategori