Yazıyla olan ilişkim üstünden günlük hayatımı nasıl düzenlediğim sorulduğunda sadece defterlerden ve kalemlerden söz etmem garip gelebilir. Ama oturduğum yerden, yazdığım an’a bakınca, sahne ışıklarının en çok onları aydınlattığını görüyorum. “Sabahları erken kalkar, hafif bir kahvaltının ardından, günlük gazeteleri okur, yürüyüşe çıkar sonrasında da…” diyemem; yok böyle bir şey. Ya da “Gecenin geç zamana kadar yazar, gün ağarırken…” diyemem; bu da tam anlamıyla doğru olmaz. Yazmanın zamanı yok benim için. (Evet, geceleri tercih ederim ama bu değişmez bir kural değildir.)
Kimi zaman sabah erken başlayıp işe gidene kadar, kimi zaman iş dönüşü masaya oturup, yemeği bile unutarak geç vakte kadar… Çalışma masamın başında olmayı severim; yazma anlarında da, benim için “çalışma”nın en keyifli zamanı diyebileceğim okuma anlarında da. Defterlerle çalışırken kahve, bilgisayarın başındayken sigara. (Kahve-sigara konusu, defter-kalem konusundan daha uzun tartışılabilir, belki başka bir yazıda…)
“İlham geldiğinde, gözlem yaparken, çevreyi hissederek,” sözlerine inanmam. Yazma eyleminin romantikleştirilmesi gereksiz gelir bana. Bu sözler bir başladı mı ipin ucu kaçabilir ve “yaşamı duyumsamak, yaşanmışlıkların izdüşümlerinde kaybolmak,” gibi noktalara kadar uzar. Ben kaybolmadan çalışmayı sevenlerdenim. Kabul ediyorum; yazıyla ilişkide mutlaka romantik bir yön var, ama bunu düşünerek yazmakla, yazma anında bunu düşünmeden yaşamak arasında bir fark olmalı. Yazarın yazdıklarıyla arasındaki ilişki soğukkanlı değil midir yoksa?
Nabokov arabasında çalışırken…
EmoticonEmoticon