En iyi belgesel Oscar’ını alan Citizenfour’da, Eric Snowden bir otel odasında The Guardian’in kurt gazetecisi Ewen MacAskill’e kitlesel dinleme işleminin nasıl gerçekleştirildiğini anlatıyor. MacAskill’in sistemin işleyişini anlamak için sorduğu soruları, hoş bir tebessümle yanıtlıyor Snowden. 1952 doğumlu bir gazeteciye karmaşık gelen bu işleyiş, 1983 doğumlu bir bilgisayar uzmanı için tebessümle geçiştirilecek kadar basit çünkü.
İnternetin doğuşuna tanıklık etmekle, internetin olduğu bir dünyaya doğmak arasındaki fark.
Dürüst olalım, hala bütün dünyada sayısal ortamda yayıncılık ve e-kitaplar konusunda ürkek sorularımız, tedirgin algılarımız ve şüpheci bir bakış açımız var. Teknolojik gelişmelerin, adaptasyon süremizden hızlı olduğu bir çağda, kaçınılmaz bir durum bu.
Dünya teknolojik gelişmelerin hızı karşısında şaşkına düşen bir kuşakla, bu gelişmeleri hızla algılayan ve uyum sağlayan bir kuşağın birlikteliğini yaşıyor. Ortada bir çatışma olduğu söylenemez. Ama bir “denge sorunu” olduğu da tartışılmaz. Kısacası bir ‘geçiş dönemi’ yaşıyoruz.
Her geçiş döneminde olduğu gibi sancılar var. Bu sancılar sadece Türkiye’de değil dünyada da hissediliyor. Kültür tarihindeki tüm sancılı dönemlerle bir benzerlik var ortada. Baskı teknolojilerinin doğuşu nasıl kültürü kilisenin tekelinden kurtardıysa, bu sayısal devrim de bilginin kitleselleşmesi konusunda önemli bir adımdır.
Düşündürücü olan, bu geçiş döneminin beklenenden uzun sürmesi. Basılı kitaplardan elektronik kitaplara geçiş̧, el yazmalarından basılı kitaba geçişten pek de farklı yaşanmıyor. Yeni gelenin var olanı ‘öldüreceği’ korkusu devam ediyor. Bir önceki kuşak, bütün tedirginliğini bir takım felaket senaryolarıyla sürdürmeye çalışıyor: Psikolojik felaketler, toplumsal felaketler, ekonomik felaketler, kültürel felaketler.
Dijital Çağ, yayıncılığın dinamiklerini neredeyse tümüyle değiştireli çok oluyor. Geleneksel ofset baskı tekniğinde kullanılan film ve klasik anlamdaki kalıp gibi iki vazgeçilmez unsurun ortadan kalktı artık. Metin, çizim, fotoğraf, grafik doküman bilgisayar ortamında işleniyor, sonrasında da ya doğrudan baskı materyaline aktarılıyor ya da sayısal ortama yükleniyor. Üstelik bütün bu teknoloji, farklı beceri katmanlarında da olsa, ulaşılabilir ve hatta paylaşılabilir bir yapı içinde herkese eşit uzaklıkta duruyor. Paylaşılabilirlik meselesi önemli. Çünkü bu, bir anlamda çığ etkisi yaratıyor ve teknolojinin bir merkezden değil, bütün kullanıcıları tarafından geliştirilmesine izin veriyor. 90’ların ikinci yarısından itibaren, teknolojik algının yerleşmesi, sistemlerin ulaşılabilirliğinin artması, internet ağının teknik altyapısındaki ataklar dijital çağın nimetlerini kitlesel ve kişisel yayıncılık için kullanmak isteyenlere de kapılar açtı. Masaüstü yayıncılığı kavramı hem geliştirilen yazılımlarla hem de hızlanan internet bağlantısı çözümleriyle hayatımıza girdi. 70’lerin başından itibaren televizyon yayıncılığıyla “bir ekrana bakma” eylemine sabitlenen kitleler, bu yıllarda baktıkları bilgisayar ekranında sadece edilgen bir izleyici olmaktan çıkıp “izleyen/okuyan/araştıran/yorumlayan/paylaşan” bireye dönüştüler. Öyle ki bu yeni dönem gazete, radyo, televizyon yayıncılığının ağır kaldığı ve kendilerini internet üstündeki yayıncılığa göre konumlandırmak zorunda olduğu yıllar oldu. Günümüzde kitle iletişim araçlarının, merkezlerini internet ortamına göre konumlandırmadan adım atmaları kolay değil artık.
Kişisel deneyimlerimle devam edeyim. Bir zamanlar daktiloda yazdığım yazıları çoğunun merkezi İstanbul’da olan dergilere, Ankara’dan mektuplarla yollardım. Karbon kağıdıyla kopyalar alırdım kendime ve ilk sayfayı özenle katlayıp bir zarfa yerleştirirdim. Gönderdiğim hiçbir yazıya olumlu ya da olumsuz bir geri dönüş olmadı, arşivimde bir red mektubu yok yani. Çünkü cevap olumluysa bilmediğiniz bir tarihte, dergide görürdünüz yazınızı. Dergilerin, yayınevlerinin kaleleri daha aşılmaz surlarla çevriliydi yani, iktidar alanları daha genişti ve eleştiri geçirmez bir fanusla örtülüydü. 90’ların başında daktilom yerini ilk bilgisayarıma bıraktı. Artık karbon kağıdının karasına bulaşmam gerekmiyordu. Üstelik birkaç yıl içinde posta idaresinin yavaşlığından da kurtuldum. Elektronik posta diye bir şey girdi hayatıma. Evimde, çalışma masamdaydım ve yazdığım bir metin, hızlıca hedefine doğru yola çıkıyordu. Ayrıca mektubumu gönderdiğim kişiden yanıt da alabiliyordum artık. Elbette bir acelecilik gelmişti üstüme, yazdığım bazı metinler demlenmeden, aceleye kurban gitmiştir bu dönmede. Ama bu dijital çağın edebiyata olumsuz etkisi değil, bir dönemin yazara ettiğidir. Daha da ötesi yazarın kendine ettiğidir.
Dijital çağ yeni bir yazar grubunu, yeni bir dergicilik anlayışını tedavüle sokmuştu bile. 1998 yılında yeni ortamın dinamikleriyle, bir sayısal dergi çıkarmaya karar verdim. altzine deneyimim de böyle başladı. Fiziksel yayıncılığın sınırlarını aşmak, yeni ortamın teknolojik olarak sunduklarıyla edebiyatın zihnini birleştirmek istiyordum. Sadece okunan değil yaşayan metinler yaratmak, bu anlamda internet üstü uygulamaları metnin içine dahil etmek amacındaydım. Benim gibi düşünen yazar ve tasarımcılarla bir araya gelince, altzine kendi ruhunu yaratmaya başladı. Yeni yazım teknikleriyle birlikte okuma dinamiklerinin de farklılaşması ilgimizi çekiyordu.
Kişisel deneyimden de yola çıkarak genel olarak yayıncılık için söyleyebileceğimiz bir konunun dergiler dünyasında da geçerli olduğunu görüyoruz: İnternet dergicilik anlayışında bir değişim yaratmıştır. Üstelik sadece teknolojik gelişmeler sayesinde kendi ortamındaki dergilerde değil, fiziksel dergilerde de bir değişime yol açmıştır. Kimilerinin internet insanları hap bilgilere mahkum etti savının da altını çizmek gerekir. Editoryal bakış açısı olmayan, niteliksiz işler fiziksel ortamda olduğu gibi internet ortamında da vardır ancak buradan bir genellemeye gitmek doğru olmaz. Başka bir bakış açısıyla internet insanlara doğrudan bilgiye ulaşma olanağı tanıdı da diyebiliriz. Artık dergicilik daha çok fikir sahibinin kontrolü altında. Bir matbaa bulup, grafikere, filmciye, renk ayrımcıya para vermeden, kendi işinizi kendiniz görerek, evinizde bilgisayar başında derginizi üretmek mümkün. Bu sistem fiziksel olarak da “el rahatlatan” bir sistem. Yani evde oturduğunuz yerden derginizi hazırlayıp, bir matbaaya götürüp, bastırabilirsiniz de.
Dergilerle başladım. Ama bu bilgiyi genel olarak yayıncılığa taşıyabiliriz. Çok önemsediğim bir konu internet üstü yayıncılığının dağıtım tekellerini kırma ve hız konusundaki becerisi. Türkiye’de birçok nitelikli yayıncının, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen dağıtım şirketlerinin ağır koşulları altında ezildiğini, biliyoruz. Ön ödemeler, yüksek iskonto oranları, yayınınızın görünürlüğü için talep edilen ekstra ödemeler… Üstelik bu ağır koşulları kabul etseniz bile, dağıtım şirketinin ilgisi satış hacminizle oranlı. Belli bir oranı tutturamadıysanız (-ki böyle bir arzunuz olmasa, spesifik bir alanda kalma hayaliniz olsa bile oranlar devreye giriyor), yayın hayatınıza veda etmek durumunda kalabiliyorsunuz.
Oysa internet üstü yayıncılık, size okur sayısını önemsemeden içerik üretme hakkı veriyor. Bir artısı daha var; hız. İnternet taze bilgi anlamına geliyor. Günümüzde taze bilgi sadece büyük grupların tekelinde de değil; twitter, facebook, instagram ve benzerleri kişisel bilginin ve görünürlüğün kanıtı olan ortamlar. Kısacası yayıncılık hiç olmadığı kadar çoğulcu artık. Hatta bu cümleyi daha iddialı bir hale getirmek mümkün: Yayıncılık ve edebiyat, dijital çağda, her zamankinden daha paylaşımcı ve çoğulcu.
Bu noktada duralım. Elbette bu gelişmelerle birlikte kimi eleştiriler de kendiliğinden doğuyor. Özellikle de sanatsal bir yazın türü olarak edebiyat cephesinden bakınca. En çok duyulan sözlerden biri şu: “İyi de, önüne gelen kendini yazar sanıyor, edebiyat yaptığını sanıyor, bu gerçek edebiyat için bir tehlike değil midir?” Tehlike vurgusunu genel bir söylem olarak aktarmıyorum. Kendi kulaklarımla duyduğum bir soru bu: “İnternet üstündeki bu yayıncılık gerçek edebiyat için bir tehlike değil midir?”
Bu sorular geldiğinde Umberto Eco’ya başvurabiliriz. “Yazının elin bir uzantısı olduğunu ve bu bakımdan neredeyse biyolojik olduğunu düşünebiliriz, doğrudan doğruya vücuda bağlı bir iletişim teknolojisidir yazı,” der Eco.
Eco, “okumak için maddi bir ortam gerekir,” derken sadece bildiğimiz fiziksel kitap ortamını değil, taştan papirüse, rulolardan elektronik ortama bütün mecraları kastetmektedir. Bir harf bilgisayar ekranında ne kadar sanalsa, elimize aldığımız bir kitapta da o kadar sanaldır. Her iki mecrada da gerçekliğini zihnimizin koridorlarında oluşturur. Bu anlamda hafifletici “sanal” vurgusu en basit yorumla “komik” oluyor elbette. Her “maddi ortam” kendi yazma ve okuma dinamiklerini beraberinde getirir. Asıl tehlike edebiyatı bir dokunulmazlık sarayına hapsetmektir.
Üstelik “Dijital Çağ” vurgusunu sadece bilgi işlem teknolojileri parametresi üstünden okumak da pek doğru olmaz kanımca. Sanatın her alanına yayılmış bir algılama farklılığını göz ardı edemeyiz. Sinemadan plastik sanatlara, mimariden müziğe uzanan bir değişim sürecinin içinde, edebiyatın köşesinde durup izleyici olmakla yetinmesini beklemek safdillik olacaktır. Bu hızlı büyüme sürecinde katılımcı olmak isteyen bireyler, bilgi alış-verişinde bulunan kullanıcılar, artık sürecin birer oyuncusu olarak davranıyorlar. Bilgi akışının sürekliliği içinde kendilerine bir yer edindiler. Her tür üretimin perde arkası konusunda doğrudan bilgiye ulaşma şansları var. Sanatsal üretimin yarattığı yanılsama, daha rahat sorgulanır oldu. Bütün bu sorgulamanın, sanattan ve edebiyattan alınan estetik zevki azaltmadığı, aksine katılımın hazzıyla artırdığı gözle görünen bir gerçek.
Kişisel deneyimlerime sayısal bir yayınevi olarak tanımladığımız altkitap ile devam etmek isterim. 2001 yılında kurduğumuz yayınevi, düşünsel üretimin bedava olmasından daha önemli olan, özgür olması zihniyetinden yola çıkan, okurlara kitapları ücretsiz olarak ulaştıran bir yayınevi. Artık bilgi her yere ulaşabiliyor. İmece çalışmalarla bunun üzerinde herkesin bir parça katkısı olmalı. İşte altkitap’ta bu çoğaltmanın bir parçası olmak için yayıncılık yapıyor. Dünyanın her yerinden eşit şartlarda, eşit zamanda içeriğe ulaşma hayalini gerçekleştiriyor. Üstelik yayıncılığın en önemli maliyet ayaklarını ortadan kaldırarak: kağıt maliyeti, baskı maliyeti, dağıtım ve depolama maliyeti. Bu maliyetlerin sadece para karşılığıyla değil bir yandan da zaman karşılığıyla ve ekolojik karşılıklarla ölçülmesi gerekiyor elbette. Üstelik böylesi bir yayıncılık, ticaretin “satış” üstünden geliştirdiği anlayışla da mücadele edebiliyor. Bir kitabı, alıcısının birkaç kişi olacağını bilse de yayınlayabiliyor. Bazı çok değerli akademik eserler basım maliyeti yüzünden yayınevlerince kabul edilmiyorlar. Oysa sayısal yayıncılığın böyle bir ticari gerilimi yok.
Ayrıca sayısal yayıncılığın, fiziksel yayıncılığa da büyük katkısı var. Fiziksel yayıncı, özenli-nitelikli kitaplar basmaya yönelecek. Elbette avantajları da dezavantajları da var; önemli olan bu düşünceyi ve sistemi denge unsurları üstünden işlevsel kılmak. Sayısal yayıncılık ve e-kitaplar eğer fiziksel yayıncılığı bitirmeye çalışan bir öcü gibi tanıtılmaz ve okur-yazarlığa katkı sağlayacak bir başka alan olduğu vurgulanırsa her şey yolunda gidecek.
Yazar cephesinden en öncelikli dezavantajı telif hakları meselesinde kilitleniyor. Ancak burada da öncelikli mesele, internet ve benzeri ortamlar konusundaki yasal düzenlemeler. Bundan on yıl önce “e-kitaplar yüzünden yazarın telifi ve yayıncının geliri ortadan kalkacak,” diyenler internetin nasıl da büyük bir ticari arenaya dönüştüğünü gördüler.
Elektronik yayıncılık konusunda yarını görmeye çalışan paneller, bildiriler, sunumlar devam edecek. Kaçınılmaz bir durum bu. Bir geçiş döneminin aktörleriyiz ve kültür tarihinde bizlere düşen rol de bu sahnede rol almak.
Aslında çivi yazısından papirüse, matbaadan elektronik yayıncılığa soru aynı: Nasıl ürettiğimizin değil, ne ürettiğimizin peşinde miyiz? Kültürü ve sanatı ekonomik bir çemberin baskısından kurtarıp yaygınlaştırmak istiyor muyuz? Düşünceyi özgürleştirmek için atılacak adımları destekleyecek miyiz?
Elektronik yayıncılık bu soruları cevaplamak için yeni bir kapı gösteriyor bize. Önemli olan o kapıyı çalmaya cesaretimizin olması.
EmoticonEmoticon