HBS/Hayat Bilgisi Sınavı.7: Yılbaşı nedir?

Aşağıdakilerden hangisi doğrudur? Ya da doğru değildir?

a) Yılbaşı, arkanı dönüp gidebilmektir.
b) Yılbaşı, önüne bakabilmektir.
c) Yılbaşı, zamanlardan bir zamandır.
d) Yılbaşı, takvim üstünden ayrışabilmenin denklemidir.
e) Yılbaşı, yalnızlıktır.

Bir yılın daha sonuna geldik. Kime göre, neye göre sorularıyla kafamı yormayacağım. Bir türlü elimizde tutamadığımız zamanla hesaplaşabilmek için bir takvim asıyoruz duvarımıza. Günler devriliyor. Derken kimilerinin eğlendiği, kimilerinin hesaplaştığı, kimilerinin kızdığı, kimilerinin kazandığı bir gün geliyor. Bir gün işte. 

Bu yıl Fil Uçuşu, önceki yıllardaki kadar üretken değildi. Yine de tümden sessizliğe gömülmedi. Dilerim önümüzdeki yıl daha çok uçar bu fil. 

Zihnimdeki bütün filler ve ben, iyi bir yıl diliyoruz.

İyi günler, iyi geceler.


Blog Yazarlığı Devri Kapanıyor mu ?

Blog yazmak çoğumuzun işi,hobisi vazgeçemediğimiz uğraşlardan bir tanesi. Yıllardır insanlar blog açıyor, blog yazıyor ve yayınlıyor. Günümüz dünyasında popüler olmaya başlayan vine,youtube kanalları acaba ileri de blogların pabuçunu dama atabilir mi ? Bunu konuşalım.

 

bloggervsvlogger

 

Neden Blog Değil de Vlog?

 

Şu bir gerçek ki  vine ve youtube kanallarının önlenemez bir yükselişi var. Bu içerikler hem kolayca ve kısa sürede tüketilebiliyor. Ayrıca vlogger'lar içeriklerinden binlerce dolar para kazanabiliyorlar. Youtube kanallarında ürün tanıtımı yapan gamer ve vloggerlar iyi bir gelir elde edebiliyorlar.

 

Diğer cezbedici nokta vine ve youtube kanalları sosyal medya hesaplarıyla daha iç içe. Özellikle son yıllarda yükselişte olan ve yükselişini sürdüren instagram ve twitter gibi sosyal medya mecralarında vloggerlar anında binlerce insanla etkileşime geçebiliyorlar ve içeriklerini ulaştırabiliyorlar.

 

Blog yazmak sabır,teknik,azim isteyen bir iş. Ancak vloglarda öyle bir dert yok. Anında 6 saniyelik bir vine çekip takipçilerinizle paylaşabiliyorsunuz ve anında sonuç alabiliyorsunuz.

Ülkemizde okuma alışkanlığı fazla yok bu bir gerçek. İlk yazınızı okuyan çoğu ziyaretçi ikinci yazınızı okumayıp es geçiyor. Bu da bir gerçek. İnsanlar uzun ve sıkıcı blog yazıları yerine kolay tüketilebilen ve zamanınızı almayan vlogları izlemeyi tercih edeceklerdir doğal olarak.

 

Başka bir konu youtube kanalı sahibi ve vine üreten insanlar sosyal medya ve yazılı medya da daha çok yer buluyorlar. Çoğu televizyon programında kendilerini görebiliyoruz. Blog yazarak popüler olmak gerçekten zor bir iş. Yıllar istiyor. Tecrübe,emek istiyor. Ama vloglarda iş değişiyor. "15 dakikada ünlü olabiliyorsunuz"

 

Sonuç Olarak!

 

Bloglar gün geçtikçe kan kaybediyor. Tamamen tükenmez belki bloglar ama eskisi kadar internet dünyasında yer bulamaz kendisine diye düşünüyorum. İnsanların blog anlayışı değişiyor!. Artık sizin blogunuza özenle,uzunca,detayıyla  yazdığınız film tavsiyeleri içerikli yazılarınız yerine, "Hayatınızı değiştirecek 10 film" başlıklı madde madde listelenmiş,kısa açıklama ve bolca görsel kullanılmış yazıları okuyorlar. Çünkü kolayca ,kısa sürede tüketilebilir içerik insanlara daha çok cazip geliyor.

 

İnsanlar değişim istiyor. Vloglar,youtube kanalları, vinelar, son yıllarda açılmış onedio tarzı siteler insanların değişim ihtiyacını çoktan duymuş gibiler. Bu tip yeni gelişmeler, büyümesini sürdürecekler ve belkide çoğu blog yazarı bir vlogger olarak internet dünyasındaki hayatına böyle devam edecek, kim bilir ?

 

Yazar Hakkında: Mahir Haydar, 19 yaşında,5 yıldır blog yazıyor. Blogum: bildiginiyazar.blogspot.com
Sayfalarım: Facebook

Gizem Erdem: Şimdiki Zaman Hoyratlığından Uzakta…

Tuhaf çağrışımlar oluyor bazen.

İyidir.

2012 tarihli "Led Zeppelin / Kennedy Center Honors" videosunu izleyip duygulandığım anlarda böyle bir çağrışım oldu. Konserin son şarkısı elbette 'Stairway to Heaven". Seksenli yıllarda kalbimizi alan gruplardan Heart, yani Nancy ve Ann Wilson sahnede. Davulda Bonzo'nun oğlu Jason Bonham oturuyor. Hem müthiş çalıyor hem de duyguları bedeninden fışkırıyor. Başında babasının alamet-i farikalarından olan o melon şapka var.

Robert Plant, Jimmy Page ve John Paul Jones, her bir notayı hisseserek dinliyorlar. Plant'in gözü yaşarıyor bir ara. Page, o meşhur solosunu dinlerken dudakları kıpırdıyor, sanki notaları fısıldıyor. Derken arkadaki perde açılıyor ve başlarında melon şapkalarla kalabalık bir koro, şarkıyı başka boyuta taşıyor. Anlayacağınız müthiş bir konser.

O anda aklıma Gizem Erdem geliyor. Tuhaf değil mi?

Nedenini söyleyeyim hemen. Arkadaki kalabalık koroda sarışın, kısa saçlı bir kadın var. Müziğin ritmini bedeninde hissederek söylüyor şarkıyı, boynu bir sağa sola kırılıyor. Davulun her vuruşunu geçiriyor izleyene. Müzisyenlerle, vokalistlerle, kalabalık koroyla dolu sahnede izleyenlerin gözü ona takılıp kalıyor. Birkaç saniyelik bir rolü var belki ama herkesin ona bakması kaçınılmaz.

Çünkü hücrelerinde hissediyor şarkıyı.


İşte bu nedenle Gizem Erdem düşüyor aklıma. Gizem de, ister başrol oynasın ister figüran, izleyicileri hemen yakalayan bir büyüye sahip. Koronun en arka sırasındaki şarkıcı da olsa, tek kişilik bir oyunu sürüklemesi gereken bir başrol de olsa aynı kararlılıkla asılıyor rolüne. Belki de şöyle demeliyiz, bedeninin mıknatısı öyle bir çekiyor ki rolü, koparabilen koparsın.


DOT, Serkan Salihoğlu rejisiyle "İki Kişilik Yaz" dedi bu yıl. David Greig / Gordon McIntyre imzalı oyun üç oyuncuyla sahneye taşınıyor. Gizem Erdem, Tuğrul Tülek ve Oğuzhan Özturan. (Oyunun müzik yönetmenliğini yapan ve sahneden gitarıyla üçüncü bir oyuncu yaratan Oğuzhan Özturan'dan ayrıca söz etmek gerek.)

Tuğrul Tülek, izleyen herkesin hayranlık duyduğu bir oyuncu. Çoğu zaman oynadığı oyunun metnini, yakın bir arkadaşı kendisi için kaleme almış hissi veriyor. Kendisi için yazılacak her tür övgü metnini, yeni bir rolünde alaşağı ederek yeniden alkışlanması gerekiyor. Oynamıyor, hayatı öğretiyor.

Tuğrul'un izniyle Gizem'e dönmek istiyorum.

Gizem'le iki kere birlikte çalışma şansım oldu. Birinde tamamlanmamış bir çalışma sürecinden geçtik. O ve tüm DOT kadrosu bana çok şey öğretti o süre boyunca. Tamamlanmış işimiz ise bir set deneyimi. O deneyimde ise, Gizem küçük cümleler kurarak büyük hikayeler anlatılabileceğini gösterdi bana. Edebiyatta eksiltmeleri seven biri olarak, hayatta bunun karşılığını görmek hoşuma gitti. Öfkenin dilini kıran bir sükunet Gizem Erdem'inki. Kendisine dönük gibi duran ama aslında dokunabildiğinin ötesi ile ilişki kuran bir zihni var. Sanki hep şunu soruyor: "Peki ama bu duvarların arkasında ne oluyor?"

Rolünün küçük ya da büyük olması önemli değil Gizem için. "Rol ile bir olma anı" diye bir şey var onun için. O an, bir saniye bile olabilir. O an için günlerce düşünmeyi, uzun yürüyüşlerinde kendisini 'şimdiki zaman gerilimi'nden kurtarmayı seviyor. Çoğu oyuncu (hatta insan) için kaynağı kurumaz bir zehir olan 'şimdiki zaman gerilimi' onun zihninde sıfırlanıyor. Elbette seviyordur alkışları. Ama sanki alkışlar ya da övgüler için değil de, şimdiki zamanı parçalamak ve yine uzun yürüyüşlere çıkabilmek için oyunculuk yapıyor.

Tuhaf çağrışımlar oluyor bazen.

"İki Kişilik Yaz"ı izlerken sizlerde de sayısız çağrışım olacak. Tabii gülmekten düşünmeye zaman ayırabilirseniz. Tuğrul-Gizem ikilisinin sahne üstündeki varlığı, uzun zamandır izlediğim en gerçek aşk oldu. Kesinlikle gidin ve o aşkın tanığı olun.

Tuğrul, Serkan, Özgehan başta olmak üzere bütün DOT ailesine ve oyuna emek veren herkese teşekkür ederim.

Ama kimse kusura bakmasın; son söz Gizem Erdem'e.

Bizi şimdiki zaman kipinin bütün hoyratlığından kurtardığın için teşekkür ederiz Gizem. Seni izlemek ne güzel bir bilsen…


Yumuşak Makine Davası Anayasa Mahkemesine Taşınıyor



Sel Yayıncılık büyük bir mücadele veriyor. Yıllardır.

Biz okurlar bu mücadelenin takipçisi olmalıyız. İşte bu nedenle Sel Yayıncılık'tan gelen mektubu, Fil Uçuşu'nda paylaşıyorum.


2011 yılında yayımladığımız Beat Kuşağı’nın önde gelen isimlerinden William S. Burroughs’unYumuşak Makine (Soft Machine) isimli kitabına “konu ve anlatım bütünlüğü yoksunluğu”, “Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, maddi ve manevi kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan” özellikleriyle uyuşmadığı gibi aklın sınırlarını zorlayan gerekçelerle; halkın ar ve hayâ duygularını incittiğimiz de göz önünde bulundurularak bir “müstehcenlik” davası açılmıştı.


Yargılama sürecinde, savunmamızı ceza verilmek istenen yasanın (TCK 226/2) bir diğer maddesinde (TCK 226/7) “bilimsel eserlerle, sanatsal ve edebi değeri olan eserler hakkında uygulanmaz” şeklinde belirtilen ifadeye göre yapmış; konunun uzmanı akademisyenler ve ceza hukukçularından oluşan bir heyetin “edebi eser” olduğu yönündeki bilirkişi raporunu sunmuştuk.

Ancak, davanın 05.07.2012 tarihli ve bilirkişi raporu doğrultusunda edebi eser olduğu bir kez daha kabul edilen ve dolayısıyla beraat beklediğimiz karar duruşmasında Yerel Mahkeme; aynı gün yürürlüğe giren “31.12.2012 tarihine kadar, basın yayın yoluyla ya da sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenen ve adli para cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren suçlar hakkında 05.07.2011 tarihinde Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 6352 Sayılı Yasa'nın geçici 1. Maddesinin 1. Fıkrasını” uygulayarak “Kovuşturmanın Ertelenmesine” karar verdi.

Üç yıllık bir denetimi de beraberinde getiren bu “erteleme” kararının, sansür ve otosansür mekanizmalarının devreye sokulmasını amaçladığı, yayın faaliyetinin buna göre şekillendirilmesine hizmet ettiği, baskı altında tutarak her alanda olduğu gibi yayıncılıkta da uslandırma çabasını içerdiği ve toplum mühendisliği projesinin bir başka ayağı olduğu açıktır.

Davanın açılış nedenlerinin boşa çıkartıldığı bir yargı sürecinin ardından beraat yerine, ortada işlenmiş bir suç varmışçasına verilen bu erteleme kararına karşı temyiz başvurusunda bulunduk. Bu talebimiz de Yargıtay ve sonrasında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi.

Ancak talebimizde ısrarcıyız; bu kez de dosyayı ifade özgürlüğü, çalışma hürriyeti ve adil yargılanma haklarımızın ihlal edildiğinin tespiti ve bundan dolayı taleplerimizin karşılanmasına karar verilmesi talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne taşıyoruz.

Herhangi bir kitabın edebi niteliği olup olmadığına yalnızca okurun karar verebileceği görüşümüzün altını bir kez daha çiziyoruz. Buna rağmen dünya edebiyatının parçası sayılan bir kitabın Türkçe çevirisini mahkemelerde “edebi mi değil mi” tartışmasına sıkıştırmak, yayıncısı ve çevirmenini “müstehcen görüntü, yazı veya sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi” olarak üç yıla kadar hapis cezası ile yargılamak zaten yeterince akıl dışıydı. Ancak edebi niteliğinin sorgulandığı ve istenilen bilirkişi raporuyla da kanıtlandığı anda da aynı gün yürürlüğe giren bir geçici yasa maddesiyle “kovuşturmanın ertelenmesi”ni kabul etmiyoruz.

Yayın programımız, çizgimiz, yayınlamak istediğimiz yazarlar ve kitaplar konusunda bizi şekillendirebilecek, eleştirebilecek, yönlendirebilecek tek mekanizma okurlarımızdır.

Saygılarımızla, 

SEL YAYINCILIK 

Eğer para sorun olmasaydı?

İngiliz yazar ve filozof Alan Watts'ın bir konuşmasına denk geldim bugün." Eğer para sorun olmasaydı" diye soruyor ve bazı cevaplar veriyor. 


Orjinali:

Türkçesi:




Dinledikten sonra şöyle düşündüm;  iyi diyorsun Alan Watts ama herkesin parayı dert etmeden istediği hayatı sürdürebileceği koşullar var mı? Para sorun yani. Fakat paranın sorun olmasını bir yana koyup şunları sorabiliriz : parayı ihtiyacımız olmayan şeyleri satın almaya harcamasaydık ne kadar paraya ihtiyacımız olurdu? Daha fazlasını kazanmak için harcadığımız zaman bize kalsaydı onunla nasıl bir yaşam sürerdik? Sadece ihtiyacımız olanı aldığımızda kalan parayla neler yapabilirdik? Yorumları bekliyorum

Güzel bir gün alışverişsiz kutlanmaz mı?




Malumunuz ki özel gün kutlamaları artık alışveriş festivaline dönüştü. Özel günlerde hediye almak samimi duygularla yapılması gereken birşey; reklamların baskısıyla, alışveriş güzellemeleriyle zorunluluktan alınan şeylerin ise pek bir değeri yok.Yılbaşında hediye alışverişinin yanı sıra bir de süslemeler giriyor işin içine. Bunu da biraz anlıyorum aslında Kuzey Avrupa ülkelerinde özellikle noel yılbaşı kutlamaları olmasaydı nasıl geçecekti bütün kış? Biz de bu süsleme işini bir yerden yakaladık ülke olarak. Sokaklarda, evlerde, mağzalarda bir şenlik. bir alma verme, bir çoşku, bir yeme içme. Yılbaşı gecesi benim için çok özel bir gece değil bunun nedenlerini burada sayıp dökmeyeyim ama itiraf edeyim ki ışıklar süsülemeler görmek benim de hoşuma gidiyor. Şimdi size yeni yılda evinizi süslemeyin kimseye de hediye vermeyin demiyorum ama diyorum ki tüketim çılgınlığına düşmeyin, atkı örün, kurabiye yapın, çiçek dikin verin.

Ecnebi memleketlerde yeniyıl alışverişine karşı bir kampanya başlamış, bu da web sitesi

Bu almama işine yeniyıl öncesi girmişken ben de evde satın almadan yeni yıl havası oluşturup paylaşayım dedim. Bu havayı nasıl oluşturuyoruz efendim: yolda, parkta bahçede ne bulduysak toplayıp evdeki tabak ve bardakların içine koyarak. Bocuk, kumaş, takı, kağıt gibi malzemeleri ipe dizerek.










Bir kaç örnek de pinterestte buldum



 Herkese daha az tüketim daha çok üretim ve paylaşımlı bir yıl diliyorum.



Blogunuzla Bağınızı Koparmayın

Herkesin blog yazmaya başlama hikayesi farklı olabilir. Kimi bir heves için başlar, kimi içini dökmek için, kimi bir internet fenomeni olmak için, kimi de gelir elde etmek için. Blog yazmaya başlama sebebi ve hikayesi ne olursa olsun geldiğimiz nokta aslında aynıdır. Zamanla gelen ziyaretçiler, bırakılan yorumlar, alınan reklam teklifleri… Artık blogunuz sizin yanı başınızdan asla ayırmak istemeyeceğiniz bir oyuncağınız hatta bir çocuğunuzdur. Her an ziyaret emek, yorumları kontrol etmek, sosyal medya hesaplarını güncellemek, maillere cevap vermek istersiniz.

 

Yıllar önce bunları yapmak için bir laptop ve internet bağlantısı gerekirken artık cebimizde taşıyabildiğimiz akıllı telefonlarla blogumuzla her an birlikte olabiliyoruz. Bu yüzden her bloggerın bir akıllı telefonu olması gerektiğini düşünüyorum. Akıllı telefonu olmayanlar ve yenilemek isteyenler için de ekonomik, şık ve işlevsel bir cihaz önermek istiyorum.

 

Vestel Venus 5.0 X ile Blogunuzla Bağınızı Koparmayın

 

Sizlere tanıtmak istediğim Vestel Venus 5.0 X tamamen yerli üretim ve A Design Award & Competition, Plus X Award gibi prestijli tasarım yarışmalarında kendi kategorisinde ödüller almış bir ürün.

 

5.0 X TEL

 

Vestel Venus 5.0 X’in yerli üretim olduğundan bahsetmiştim yukarda. Yerli üretim olmasının etkilerini melodilerde, temalarda ve içeriklerde rahatlıkla görebiliyorsunuz. Örneğin Türkiye’nin 7 bölgesini temsil eden yöresel ezgilerden birini melodi olarak seçebilir, sadece Venus telefonlar için hazırlanmış Mevlevi ve Terapi temalarını kullanabilir, ihtiyacınıza göre “Sürüş Modu, Uyku Modu, Çocuk Modu ve Toplantı Modu”  gibi modlar arasında kolayca geçiş yaparak kullanım kolaylığını üst boyutlara taşıyabilirsiniz.

 

Gelelim en çok merak ettiğiniz konulardan biri olan fiyat konusuna. Akıllı telefonlara binlerce lira verilmesi taraftarı değilim. Venus 5.0 X’i önermemdeki en büyük etkenlerden biri de fiyat/performans oranı. Bu kadar özelliğe ve performansa rağmen 649 TL fiyat gerçekten çok cazip. Venus 5.0 X’e Vestel mağazalarından, Vestel’in Vestel e-mağazasından ve Turkcell İletişim Merkezleri’nden kolayca ulaşabilirsiniz.

 

Yukarıda Venus 5.0 X’in fiyatının özellikleri ve performansı fazlasıyla karşıladığnı yazdım. Dilerseniz 649 TL’ye nasıl bir akıllı telefon sahibi olacağınızdan bahsedeyim.

 

Vestel Venus 5.0 X’in Özellikleri

 

  • Siyah veya beyaz renk seçeneği ve 5.0 inç ekran boyutu.
  • 540x960 ekran çözünürlüğü ve yüksek görüntü kalitesi.
  • 8 MP arka, 2 MP ön kamerası. Üstelik hiç bir uygulamaya gerek duymadan uygulayabileceğiniz efektler ve ayarlarla QR kod okuyucu da mevcut.
  • Android 4.3 işletim sistemi ve Dört çekirdekli, 1.2GHz Qualcomm Snapdragon 200 işlemci ile yükek performans.
  • Rahatlıkla her türlü uygulama ve oyunu çalıştırmanızı sağlayacak 1GB RAM ve 8GB ROM bellek.
  • Micro SD ile belleği 32 GB’a kadar çıkarabilme imkanı.
  • Micro USB girişi sayesinde farklı cihazlarda bağlantı kurma imkanı.
  • !!! Akıllı telefonlarda en büyük sorunun çabuk şarj bitmesini olduğunu bilirsiniz. Fakat Venus 5.0 X’in fazla güç tüketmeyen Snapdragon çipseti ve pil ömrü optimizasyonuna sahip olması sayesinde enerji tasarrufu sağlanıyor. Böylece cihaz, 1 tam gün boyunca rahatlıkla kullanılabiliyor.
  • Son olarak Vestel’in kendi uygulama ve hizmetlerinden bahsetmek istiyorum. Venus 5.0 X’in içindeki uygulamalardan Smart Remote ile telefonunuzu Vestel Smart TV kumandası olarak kullanabilir, faydalı ve eğlenceli bilgiler içeren Vestel Takvim uygulaması ile çeşitli sürpriz hediyeler kazanabilir, Smart Center uygulaması ile telefonunuzdaki resim, video ve müziklerinizi Vestel Smart TV’ye aktarabilirsiniz.
  • Ayrıca Vestel Cloud servisi ile 10 GB‘lık depolama alanı Venus Akıllı Telefon kullanıcıları için 2 yıl boyunca ücretsiz olarak sunuluyor.
  • !!! Venus 5.0 X’in Bluetooth ve GPS desteğinin yanında Wi-Fi ve 3G ile internete bağlanma imkanı mevcut. Ancak görüntülü konuşma ile ilgili yanlış bilinen bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Görüntülü konuşma bir telefon özelliği değildir. Telefonlara yüklenen Skype, Tango, Viber gibi uygulamalar aracılığıyla yapılır. Tüm bu uygulamaları Venus 5.0X’in içindeki Google Play’den ücretsiz indirebilirsiniz.

 

Ne dersiniz? Bu özelliklere bu fiyat sizce de çok cazip değil mi? Blogundan ayrı kalmak, bağını koparmak istemeyen bloggerlar için oldukça uygun bir akıllı telefon Vestel Venus 5.0 X. Akıllı telefon almak isteyenlerin mutlaka inceleyip değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Blog Blogger İçin Midir Halk İçin Mi?

Öncelikle bu satırların yazarının Blog aleminde henüz çok yeni olduğunu söyleyerek başlamakta fayda var. Belki sizin de onlardan biri olduğunuz, her gün hemen hemen her yerde karşınıza çıkan tecrübeli “blogger” lardan değilim. Henüz birkaç ay önce açtığım, vakit buldukça ve elimden geldiğince özgün içeriklerle beslemeye çalıştığım liveaplus.com da, şu anda okuduğunuz Bloghocam veya benzeri uzun soluklu ve kaliteli bloglardan biri değil. İşin çok başındayım, acemisiyim anlayacağınız.

 

Bir işin acemisi olmak, üzerinde taşıdığı bir çok dezavantajın yanında çok da önemli bir avantaja sahip olmak demektir. Bir alemin içinde “acemi” olarak bulunurken, henüz o alemin bir parçası olmadığınız için aynı anda da dışarıdan nasıl göründüğünü bilirsiniz. Bu sayede objektif olabilir, henüz kazanmadığınız tecrübeden dolayı işinizi, o işi yapmayanların gözüyle görebilirsiniz.


Ben de blog yazmaya çalıştığım bu kısa zaman içerisinde gördüklerimi, bu yolculukta şu ana kadar yaşadıklarımı, hala işin acemisi olmanın avantajını kaybetmeden kelimelere dökmek istedim ve bunu da siz Bloghocam takipçileriyle paylaşmanın güzel olacağını düşündüm. Teknik konularda ahkam kesmek henüz haddime değil. Bu yazıda daha farklı sularda gezineceğiz.


Blog yazmak ve blog sayfası/sitesi yönetmek konularında çok fazla bilgi eksikliğim var. Bu yüzden bu konuda bulduğum her yazıyı, kaynağı okumaya çalışıyorum. Bloghocam da düzeyli ve doyurucu içeriği ile en sık başvurduğum kaynaklardan biri.


Okuduğum bu yazılardan gerçekten çok fazla ve değerli bilgiler edindim. Olumlu ve olumsuz anlamda değerli bilgiler.

 

blog


Gördüm ki herkesin blog yazmak için farklı sebepleri var. Takip ettiğim bunca yazıdaki tavsiyeler içinde bu konuda bahsedilen en yaygın sebep para ya da benzeri maddi çıkarlar kazanmak. Görünen o ki günümüz dünyasının en büyük trend ve aynı zamanda yanılgılarından biri olan “kısa sürede kazanmak” beklentisi aynı zamanda blog yazmaya karar vermekteki en büyük sebeplerden biri. Sosyal medyayı, gündemi ve günceli takip eden ortalama bir okur kısa süre içerisinde popülerleşen, meşhur olan, reklamlarda, filmlerde, dizilerde oynamaya başlayan, kitaplar yazan, çok satan gazetelerde köşe sahibi olan blogger’ları gördükçe bu işin kolay yoldan para ve ün kazanmak için geçerli bir yol olduğu fikrine kapılabiliyor. Tahmin ediyorum ki şöyle başlıyor olay: “Abi çevrem geniş, arkadaşlarım, arkadaşlarına yaysa, onlar kendi arkadaşlarına yaysa sonrası çorap söküğü gibi gelir. Kalemim zaten çok sağlam. Kısa sürede sayfaya reklam alırım. Sonra bir gazetede haber olsam, -ki bunu sağlayacak arkadaşlarım da var- oldu bitti. Ne kadar kolay değil mi? Mısır patlatmak gibi. Birkaç mısır tanesi patlayana kadar biraz beklersin. Sonrası patır patır kendiliğinden gelir.


Bu fikre nereden mi kapıldım? Şu ana kadar sayfamı nasıl geliştirebileceğimi öğrenmek için yaptığım araştırmalar sırasında en çok rastladığım makale konuları şöyle:

 

- Nasıl kolay yoldan reklam alınır?

- Nasıl kolay yoldan takipçi arttırılır?

- Nasıl kolay yoldan para kazanılır?

- Blog yazarak kolay yoldan para niçin kazanılmaz?

- Blog yazarak parak kazanmak için neler yapmak gerekir?

 

vb, vb.

 

İşin ilginç tarafı, itibar edilebilecek ve gerçekçi yanıtların büyük bölümünde yukarıdaki sorulara verilen tek cevap aşağı yukarı aynı: Sabır, sabır, sabır.

Genellikle şöyle başlıyor tüm yazılar: Blog yazarak kısa yoldan para kazanmak mümkün değildir.


Bu görüşe ben de katılıyorum. Göz önündeki başarılı örneklerin bir çoğu bu işin henüz yeni olduğu dönemlerde başlayıp yıllarca emek harcamış, bloglarını, kendilerinde var olan cevheri geniş kitlelere ulaştırmak için yeni bir mecra olarak başarı ile kullanmış ve henüz bu alanda çok fazla oyuncu olmadığı dönemde diğer sıradan örneklerin arasından kolaylıkla sıyrılmışlardan oluşuyor. Yani, sahada oyuncu azken kalitelileri kolaylıkla parlayarak diğerlerinden ayrılabiliyorlardı. Ancak şu anda durum böyle değil. Çok fazla blogger ve çok fazla blog var. Ve bu karmaşada diğerlerinden farklılaşmak artık o kadar da kolay olmasa gerek.

 

Bu durum sadece blog yazmak ile ilgili bir durum da değil zaten. Tüketim dünyasında yaşıyoruz ve birşeyleri tüketmek artık günün bir gereği. 90’ların sonu ve 2000’lerin başındaki “dot-com bubble” da benzer bir dönemin farklı biçimde yaşanmasından başka birşey değildi. Bir anda popülerleşen bir mecra, barındırdığı kanallar hızla artarken, yerini dolduran başka bir rakip mecranın ortaya çıkması ile popülerliğini aynı hızla yitirebiliyor.


Bu yüzdendir ki blog yazarken kalıcı olabilmek için en önemli gereksinim “Sabır”. Bir yandan sabrederek hızlı bir başarı beklememek gerekirken, diğer yandan da içeriğin önemini göz ardı etmeden üretmek gerekiyor. Yine okuduğum makalelerden gördüğüm kadarıyla, Bloglar ile ilgili bir yazı hazırlıyorsanız, mutlaka kullanmak gereken bir söylem daha var:  “content is king” yani “içerik kraldır” (böylece biz de bu yazımızda bu vecibeyi yerine getirmiş olduk).  Bu tam bir klişe. Ancak aynı oranda da gerçekçi bir söylem. Ormandaki en sağlıklı, en gürbüz, en parlak yapraklı ağaçlardan olmak lazım ki kuraklık geldiğinde ya da fırtına çıktığında ayakta kalabilesiniz. Bu yüzden yılmadan, usanmadan özgün içerik üretmek ve üretmeye devam etmek şart.

 
Sabır ve içerik, uzun zamandır bu işi yapanların süzgecinden geçerek yeni başlayanlara ilettikleri en değerli ve ortak iki tavsiye. Peki yeni bir blogger’ı bu işe iten yegane motivasyon para kazanmak ya da ünlü olmak mıdır? Bence değil. En azından benim için değil.

 
Beni bu zor ve uzun yolculuğa sürükleyen şey “kazanmak için üretmek” değil, "ürettiğim için paylaşmak” isteği oldu.

 
Çok uzun soluklu ve başarılı örnekler olmamasına rağmen bir süre amatörce öykü yazdım. “Yazmak” eylemi keyif verdikçe kafamdaki düşünceleri, öğrendiklerimi, beğendiklerimi yazıya dökme isteği beni içten içe kemirmeye başladı. Bunların kalıcı olabilmesi için “blog” iyi bir alternatif olarak göründü ve başladım. Başlangıçta “kendim için yazıyorum, okunmasam da olur” şeklinde düşünsem de, bloga yazı ekledikçe, okunuyor olmanın, yazmak kadar değerli olduğunu gördüm.


Sayfam şu anda çok kısıtlı bir kitleye hitap ediyor. Ancak birinci ve ikinci kuralı unutmuyorum. İçeriğim yeterince iyi ise zamanla daha çok okunacağını düşünüyorum. Bunu zaman gösterecek. Şu anda bana düşen, özel hayatımda bir yolunu bulup fırsatlar yaratarak kaliteli, en azından benim okuduğumda keyif alacağım içeriklerle sayfamı beslemek ve sonrasında beklemek.


Blogumu yayına aldığımdan beri geçen kısa süre içerisinde  beklediğim kadar olmasa da yakın çevremden bazı eleştiriler de aldım. En sık karşılaştığım eleştiri “yazıların çok uzun” şeklinde oldu. Doğrudur, uzun yazılar yazdım. Ancak, blogun orada olma sebebi “yazma isteği” olduğu için bu kaçınılmaz. Yazılarım uzun çünkü yazmak istiyorum. Bu kadar basit. Ancak uzun yazılar, yazanın taşıdığı motivasyonu okuyana aktaramıyor. Yukarıda da bahsettik, zaman tüketim zamanı. Zaman hız zamanı. Okuyucu da daha kısa sürede daha çok şey okumak istiyor. Bu yüzden “uzun yazı” çok da çekici gelmiyor. Buna bir orta yol bulmak gerektiğini görüyorum. (yılma okuyucu… evet bu yazı da gittikçe uzuyor biliyorum, ama lütfen yılma. buraya kadar geldiysen kalanını da okuyabilirsin, haydi gayret)

Araştırmalarımda gözlemlediğim bir başka tavsiye, bir blog içinde yer alan yazıların yelpazesini fazla geniş tutmamak gerektiği yönünde. Her konuda yazmak, her konuyu biliyor gibi görünmek olarak algılanabilirmiş. Bu da okuyucunun gözünde “samimiyetsiz” bir algı yaratmasına sebep olabilirmiş. Bir nevi hıncaluluçvari bir şekilde her konuda ahkam kesmemek gerekirmiş.

 
Saygı duyarım, ancak tam katılmıyorum. Yazılarımın amacı, ilgi alanıma giren konuları başkaları ile paylaşmak. Bu paylaşımların uzun vadeli olması için de mümkün olduğunca güncelden uzak kalarak, kalıcı ve “zamansız" yazılar olması, 5 yıl, 10 yıl sonra bile okunsa aynı tazeliği koruyor olabilmesi için gayret gösteriyorum. Bu amaçla öncelikle bildiklerimi yazarak başladım. Ancak, ilgi alanıma giren konular, bilmediğim bir çok detay da içeriyor. Bu sebeple araştırıyor, öğreniyorum. Yani yazmayı bir bakışla yeni bilgilere ulaşmak, yeni şeyler öğrenmek için bir araç olarak kullanıyorum. Ve burada herhangi bir samimiyetsizlik olduğuna inanmıyorum.

 

Samimiyet demişken, çevremden gelen bir başka eleştiriden de bahsederek yavaş yavaş yazıyı bağlayalım. Her yiğidin yoğurdu farklı yemesinde olduğu gibi, her blogger’ın tarzı farklı. Her blogun da rengi farklı. Görebildiğim kadarıyla çok samimi, okuyucusuyla çok içli dışlı, mizah tonunu oldukça üst seviyede tutarak yazan bloggerlar da var, TV’de bir siyasi programa konuşmacı olarak çıkmışçasına resmi yazanlar da. Hepsine saygım sonsuz. Tarz, tarzdır. Ancak, yazdığım yazılarda kullandığım dile dikkat etmeye çalışıyorum. Türkçe bilgim ortaöğrenimim sırasında öğrendiklerimden aklımda kalanlar kadar. Bazı hatalar yapıyorum ki bu çok normal. Elimden geldiğince bunu azaltmaya çalışıyorum. Ancak yazarken kullanılan dilin, okuyucuya olan saygı seviyesini bozmaması gerektiğini düşünüyorum. Yani, günlük dil kullanmak, okuyucu ile samimi olmak adına Türkçe’nin temel kurallarının bile yok sayılarak yazılmasını doğru bulmuyorum. Samimiyet adına Türkçe’yi bozmak yanlış bence.


Son olarak madalyonun bir de diğer tarafına göz atmak istiyorum. Olaya tam ters yönden bakarsak, okuyucunun da bazı sorumlulukları mevcut. Bu yolda tecrübe kazanmaya çalışan tüm blogger’ların mutlaka bir geri bildirime ihtiyaçları vardır. Okuyucu, takip ettiği bloglar ve okuduğu yazılar hakkında samimi (bu “samimiyet" yine çıktı karşımıza), objektif ve mümkün olduğu kadar detaylı yorumlarını direk olarak yazara iletmelidir. Bu sayede yazarın hem hatalarını hem de okuyucu beklentilerini anlaması ve kendisini geliştirmesinin mümkün olacağı gerçeği akılda tutulmalıdır.

 
Yazının başlığına geri dönerek bitirmek gerekirse, blog yazmak blogger’ın hem kendisine hem de okuyucusuna bir borç ödemesi olarak algılanmalıdır. Blogger hem kendi yazma isteğine hem de okuyucunun okuma arzusuna karşı sorumluluk taşımalıdır. Yani blog hem blogger içindir hem de halk için.

 

Yazar hakkında: Altuğ Tatlı; 43 yaşında, evli ve iki kız çocuk babasıyım. Bir otomotiv firmasında Bilgi İşlem Yöneticisi olarak çalışıyorum. 2014 Temmuz’unda liveaplus.com ‘u yayına açtım ve işlerimden fırsat buldukça burada hayata dair yazılar yazmaya çalışıyorum.www.facebook.com/liveaplus

Marguerite Duras: Askıya Alınmış Tutku

Duras, "Askıya Alınmış Tutku"da bir sohbette keskin, net ve hesapsız olmanın dersini veriyor.


Leopoldina Pallotta Della Torre'nin yaptığı söyleşi, Birsel Uzma çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı. Söyleşi dizisinden çıkan kitap, hem yazmaya hem de yakın tarihe meraklı herkesin ilgisini çekecektir. Fransız siyasi tarihinden, edebiyatın 'kendini beğenmiş' havalarına kadar çok yere dokunuyor söyleşi. Duras, gerçekten müthiş cevaplar veriyor.

Kitaptan bir alıntı yapacağım. Benim için önemli… Elli ikinci sayfada altını çizdiğim bir bölüm. "Bir kitabınız çıkacağı zaman ne hissediyorsunuz?" sorusuna Duras'ın verdiği cevap, çoğu yazarın ortak duygusunu yansıtıyor sanırım.

Bir kitap gün yüzüne çıkmadığı sürece, doğmaktan, dışarı çıkmaktan korkan biçimsiz bir şeydir. İnsanın içinde taşıdığı, yorgunluktan, sessizlikten, yalnızlıktan, yavşaklıktan şikayet eden bir varlık gibi. Fakat bir kez dışarı çıktı mı, bir şimşek çakması gibi diğer her şey ortadan yok olur. Herkese ait hale gelir, onu eline alıp kendine uyarlamak isteyen herkese. Kitabı, yazının kafesinden kurtarmak, canlı, ortalıkta dolaşabilir, insanlara hayaller kurdurabilir hale gelir.

Dedim ya… Müthiş bir cevap. Yazarından çıkan her satırın, artık okura ait olduğunu anlatmanın en doğrudan yolu.

Kitabı, edebiyatın arka sokaklarında dolaşmayı sevenlere tavsiye ediyorum.


Eski bir okurdan kısa bir mektup

Filiz Elmas'ın "İki Şiirin Arasında"dan yola çıkarak yazdığı yazıyı/mektubu daha yeni okudum. Kitaplarla ilgili çıkan yazıları bir süredir Fil Uçuşu'nda paylaşmıyorum ancak bu mektup için bir ayrıcalık yapmak istedim. 
Orijinalini buradan okuyabileceğiniz yazıyı olduğu gibi aldım.
Filiz Elmas'a teşekkürlerimle

Yekta Kopan'la tanışmamız Radikal'de yer alan kültür sanat sayfasındaki köşe arkadaşlığımızdan öncesine dayanır. Yazar Yekta Kopan'la ilk karşılaşmam, Bir de Baktım Yoksun adlı kitabıyla aldığı ödüller sonrasında olmuştur. Kitabı merak edip almış, öykülerini beğendiğim için diğer kitaplarını da  okumuştum. Bu nedenle yeni öykü kitabı İki Şiirin Arasında için yazmak istediğim bu yazı, eski bir okurun kısa bir mektubu olarak algılanmalıdır.
Yekta Kopan 1968 yılında doğdu, Hacettepe Üniversitesi İşletme Bölümünü bitirdi.  Daha önce yayımlanan Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri kitabı ile 2002 Sait Faik Hikaye Armağanı, Karbon Kopya ile Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü, Bir de Baktım Yoksun ile 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü ve 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü aldı.
Yekta Kopan öykülerinde biçem olarak beni etkileyen unsurlardan biri, bazı  öykülerde sonun kesin bir finalle bitmemesi, aslında sonların yazar tarafından özellikle açık uçlu bırakılmasıydı. Bu tercih, yazılı metne hem yeni bir katman kazandırmakta hem de okurun yeni tanıdığı ve farklı olan bir dünya ile ilgili düş gücünü kullanmasına olanak vermekteydi. Böylece okur, yaşamın her şeye rağmen devam ettiği, akıp gittiği duygusunu yaşamaktaydı. Fildişi Karası'nda yazar bu tercihini şu cümlelerle ifade eder: "Belki gerçekten de bazı şeyler hızla sonuna ilerlemeden, yarım kaldığında güzeldir."

Bir de Baktım Yoksun kitabında her bir öykünün isimleri altında yer alan kısa tümceler, Kopan öykülerinde biçem açısından dikkat çekici diğer bir özelliktir. Bu cümleler, yazarın öyküleri için düştüğü dipnotlar ya da edebi olarak yapılmış güzel tasvirler olarak adlandırılabilir. Sarmaşık ve bu öykü için düşülen "aynı ormanın ağacıymışım, yokluğunla budanan" notu ölmüş bir baba ile oğlun karşılaşması ve hesaplaşmasını hatırlatmaktadır.
Biçem açısından diğer bir zenginlik ise Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri kitabında olduğu gibi öykü kahramanın ilk cümlesi ile başlayan olaylar dizisinin yine aynı cümle ile sonuçlanmasıdır. Böylece yazar öykü hakkında okura bir önseme sağlamış ve finalde katlanan bir yineleme ile metni daha da zenginleştirmiştir. Maskeli Süvari öyküsünü okumanızı isterim, böylece öykünün başında yer alan "kırmızı düğmeye basarsan her şey silinir" ifadesinin olaylar dizisi açısından önemini ve sürprizini siz de anlayabilirsiniz.
Yekta Kopan kitaplarında, her okur için olduğu gibi benim için de bazı öznel paylaşımlar olmuştur. Yazarın öykülerinde yer alan kediler onun kedi dünyasına ilişkin ayrıntılı gözlemlerini yansıtır. Bu her hayvansever ya da kedisever için güzel bir paylaşımdır. Benim kedi beslemedim ama Fildişi Karası kitabında Taammüden Cinayet öyküsünde üniversite yıllarımda sokak kedileri ile kurduğum iletişim karşıma çıktığında oldukça şaşırmıştım: "Üniversite yıllarımda,  okulla ev arasındaki uzun mesafeyi kısaltmak için bulduğum en keyifli oyundu kedi davranışlarını incelemek. Hangi yazarların kedi düşkünü olduğunu iyi bilirdim, ne garip şu anda birini bile hatırlamıyorum."
Her gözlüklü insan için gözlükle yaşamanın bazı zorlukları ve farklılıkları vardır. Bu nedenle öykülerde yer alan gözlüklü kahramanlar aracılığıyla, uyurken gözlük için bir yer aramak, yağmurda yürürken ıslanan gözlük camları ne demek anlaşılabilir. Aile Çay Bahçesi romanında Müzeyyen aynada gözlüksüz yüzünü şöyle tanımlar: "Gözüm karanlığa iyice alışmıştı. Bir umutla aynaya baktım. Bulanık , dağınık, ıslak bir kadın. Gözlüksüz ancak bu kadar görebildim. "

Yazarın tanımıyla Yekta Kopan için öykü kahramanları, yaşamda "figüranlık" yapmış insanlar ve öykülerde "figüranların replikleri" gibidir. Aile Çay Bahçesi'nde bu düşünce şu cümlelerle ifade edilir: "Figüranın repliği söylemesi zordur. Saatlerce durur sahnede, ustalarının tiratlarını dinlerken kendi sesini bile unutmuştur. Başrolün hayranlık uyandıran oyununa devam etmesini sağlayacak küçük bir cümle... Figüranın tek bir şansı vardır, beş-altı saniye sürecek bir replik. O yüzden bil ki ben her oyunun sonunda sadece figüranları alkışlarım. Asıl zoru onlar başarmıştır çünkü." Öykülerde yaşama figüran olan kahramanlar, genellikle terk edilmiş bireylerdir. Bu insanlar bazen bir havaalanının bekleme salonunda, bazen işyerinde, bazen bir hastane odasında ya da bir tren kompartımanında öykülerini anlatırlar. Her birinin öyküsü farklıdır. Kimi yanı başındaki sevgilisi ile konuşamaz, kimi yaşama veda etmeden sevdiğini son kez görmek için ölmeyi bekler, kimi uzak ülkelere gönderdiği aşkına havaalanından kartlar yazmaya çalışır.
Öyküler yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide yaşanır, o anda ben olsam, yaşam ve ölüm arasında beklesem ne yapardım sorusuna yanıt aranır. Bu an bir kaza sonrasında hastane odasında, herkesin başında beklediği ancak senin hiç kimse ile konuşamadığın bir kaç saniye olabilir. Deprem sonrası yıkılmış duvarların arasında ışığa doğru ilerlediğin harabeye dönmüş evin ya da uyku ile ölüm arasındaki bilinmez bir süreç olabilir: "Tatlı bir uyku çağırdı kucağına Bol Kepçe Cemal Usta'yı. Rüyasında ne gördüğünü kimse bilemeyecekti." (Fildişi Karası, Cemal Usta'nın Meşhur Tarhanası.)
İki Şiirin Arasında kitabında öyküler Biraz Konuşabilir Miyiz? ve Daha Önce Tanışmış Mıydık? adlı iki bölümden oluşmaktadır. Kopan kitabın sonunda yer alan teşekkür yazısında, birkaç öykünün daha önce yayımlandığını, ancak bu kitap için öyküleri yeniden gözden geçirdiğini ifade ediyor. Sobalı evlerde, şehirlerarası otobüs terminallerinde çocukluk arkadaşlarımızla, öğrencileri için yaşayan öğretmenlerimizle işkence yapılan yıllarda geçmiş yaşamlar, pek çoğumuz için tanıdık mekânların, tanıdık insanların ve tanıdık zamanların anlatısıdır.
Öykülerde 1980'lerde büyümüş farklı insanların yaşam kesitleri aktarılmaktadır ve genellikle de terk edilmiş ya da sevdiklerini kaybetmiş erkeklerin dünyasına bir kapı aralanmaktadır. Babalarının ya da eşlerinin ölüm acılarını yaşayan, sevdikleri tarafından terk edilen ve yalnızlık duygusu ile başa çıkmaya çalışan erkeklerin, erkek dünyasında mahkûm oldukları susuşları, "erkek adamın hüznünü yutması gerektiğine inanan arkadaşların gizli dili" arkasına sakladıkları acıları ile yüzleşmeleri insani bir payda da irdelenir. Kitabın ismi bu açıdan da oldukça anlamlıdır, kitapta "iki şiirin arasında kalan" yaşamlar anlatılmaktadır.  "Konuşurken kendi içindeki engelleri aşamayan", "bildiği her dilde mutsuz" olan kahramanlar, öykülerde belli bir eşikten geçmekte, aslında bir kırılma noktası yaşayarak acıları, terk edilmişlikleri ile yüzleşmektedirler.
İki Şiirin Arasında kitabında da rastlandığı gibi Kopan'ın  öykü kahramanları,  sanırım yazarın kendisi gibi, çok okuyan, edebiyat düşkünü ve not defteri tutma alışkanlığı olan bireylerdir. Öykülerin umutlu yanı ise kitapların sunduğu yeni dünyalarda, yeniden yaşayan  insanların olmasıdır: " Okuyunca aklım başımdan gitti.... Demek ki ben de bir kitabın içinde yaşıyordum. O günden sonra kitapların içinden asla çıkmamaya karar verdim. Orada dövüştüm, orada seviştim, orda evlendim, orda baba oldum, orada yaşlanacağım".
Mektubuma burada son verirken, Yekta Kopan'a sevgi ve teşekkürlerimi iletiyor,  sizlere de Yekta Kopan'la tanışmanızı, öykülerini okumanızı tavsiye ediyorum.  Satırlarımı İki Şiirin Arasında ile bitirmek istiyorum: "İşte yine tahterevallideyim. Ne yukarıda olmak istiyorum, ne de aşağıda. En zorunun bu olduğunu biliyorum ama dengede olmayı seviyorum. Dengede durabilmek için cesaretle korkularımın aynı olması gerektiğini öğrendim."
* İki Şiirin Arasında’dan alıntılanmıştır.

Ebru Çapa imzasıyla "The Sevin Okyay"

Sevin Okyay'ın hayatımda ayrı bir yeri var. Kısa süren radyo programcılığımızda birbirimizin suç ortağı olduğumuz günlerle sınırlı değil ilişkimiz. Tanıyan herkes gibi ben de onun ışığına uçanlardanım.

Çeviri Derneği'nin Onur Ödülü benim canım ortağıma verilmiş. Aldığı ödüllere şaşıracak değilim, almadığı ödüllere üzülürüm ancak.

Bu vesileyle Ebru Çapa'nın yazısını (yazının bir kısmını) ziyaret edeyim dedim. Fil Uçuşu'nda Ebru Çapa cümleleri görmek de ayrı bir güzellik. Kaleminin ve zihninin hastası olduğum iki insan, bu sayede bir yazıda buluşacak.

İşte fotoğraflar eşliğinde, Ebru Çapa imzasıyla "The Sevin Okyay" yazısından tadımlık. Gerisini kendiniz bulup okuyun. Çünkü kaçmaz.


Bilen bilir; Sevin Okyay’ın yumuşak karnına ulaşmak, ona telefonla ulaşmaktan daha kolay iştir. Evin telesekreterine mesaj bırakmışım, şanslı günümde olsam gerek, kısa zamanda geri dönmüş. Ne yaptığını soruyorum; bir arkadaşıyla bilgisayar başındaymışlar; arkadaşı ona blog açıyormuş. Fakat çakma bir yazılım olduğu için, ismi ve yazı başlığı arasında tire yerine virgül çıkıyormuş sayfada; ona takılmış kafası... Fıtık olmuştur; tahmin ederim... Tashihli ismini protesto etmek için İddaa oynamayı reddeden birinden söz ediyoruz neticede!


Röportaj için aradığımı söylerken, bir yandan da nasıl bir topa girdiğimi düşünüyorum. Zor... Sevin Okyay, Büyük Dekatloncu’dur çünkü: Sinema, caz, spor, edebiyat yazarlığı ayrı, öykü-deneme yazarlığı ayrı, tiyatro ve oyun yazarlığı ayrı, çevirmenliği ayrı, radyoculuğu ayrı, televizyonculuğu ayrı... Mükemmel bir kalemle, bir eliyle çeviri yaparken, öbür eliyle ansiklopedi fasikülü yazabilir ve bunu takdirden öte hayrete şayan bir şıpınişi rahatlığında, üstelik akıllara ziyan bir tevazu içinde becerir.


Bu kadar insan olmasa, ne var ne yok, diye sorulduğunda, sistemi çöküp parçalarına ayrılması gereken bir bilgisayar olduğundan bile şüphelenilebilir. Etten kemikten bir fani her konuya bu denli hakim olabilir mi?

Gölgesini Şeytana Satan Adam

Aydınlanma Çağının edebiyattaki izlerini sürmek için mutlaka okunması gereken kitaplar var. Yeni bilgiye kapılarını açan, değişmez kabul edilenlerle hesaplaşmayı kendine görev belleyen bir dönemin tüm dinamiklerini yansıtan bu metinlerden biri de, Adelbert Von Chamisso’nun “Peter Schlemihl’in Olağanüstü Öyküsü” isimli kısa anlatısı.



1781’de Fransa’da doğan ve on beş yaşında Almanya’ya yerleşen bir edebiyat ve bilim insanı Adelbert Von Chamisso. Özellikle 1815-1818 yılları arasında bir Rus kontunun himayesinde yaptığı dünya gezisi notları ve Pasifik adalarında yaptığı botanik çalışmalarıyla bilim dünyasında da özel bir yeri var. “Peter Schlemihl’in Olağanüstü Öyküsü” de, bu yıllar arasında, 1814 yılında kaleme aldığı bir metin.

Bir romanı, yazarının hayatıyla paralel okumaktan kaçarım çoğunlukla. Ama Adelbert Von Chamisso’nun hayatındaki bazı noktaları bilmek, sonsuz bir servet uğruna gölgesini Şeytan’a satan Peter Schlemihl’in yolculuğunu anlayabilmemize yardımcı olacaktır.

Adelbert Von Chamisso’nun 1781’deki doğumundan kısa süre sonra Fransız Devrimi gerçekleşir. Ailesi Almanya’ya kaçar ve sonunda Berlin’e yerleşir. Prusya ordusunda teğmenlik rütbesine ulaşır. Kendisini sürekli olarak “öteki/yabancı” hissetmesinin kimi dinamiklerini bu dönemde bulmak mümkün. Fransa’da doğup, Almanya’da büyüyüp, Prusya ordusunda dışlanıp, savaşta Fransızlara esir düşmüş bir adamın ruh haline “yurtsuzluk” kavramının sinmemesi mümkün değil elbette.


Kolektif Kitap tarafından Murat Özbank çevirisiyle yayımlanan kitabın arka kapağında Thomas Mann’ın bir cümlesi var: “Damgalanmış ve dışlanmış bir adamın çektiği ıstırapların derin bir tasviri.” Masalsı bir gerçeküstücülükle,  içseslerin çağladığı bir romantizmin kesiştiği anlatıyı, bir cümleyle özetleyivermiş Thomas Mann. Cebinde tavsiye mektubuyla iş peşinde koşan Peter Schlemihl’in, her elini attığında kendisine altın sunan bir “talih kesesi” karşılığında gölgesini Şeytan’a satmasıyla başlayan yolculuğu, günümüzün bir okumasını da sunuyor okurlara.

Bir insanın gölgesiyle kurduğu ilişkiyi, bu ilişki üstünden çevresinin ikiyüzlülüğünü, toplum psikolojisini ve ötekileştirmeyi vurucu sahneler ve heyecanlı bir olay örgüsünün içine yerleştiriyor Adelbert Von Chamisso. Bunu yaparken, kendisiyle-yaşadıklarıyla, içinde bulunduğu yüzyılla hesaplaşmak konusunda da olabildiğince dürüst ve cesur davranıyor. Üstelik anlatısını kurarken, sırtını yasladığı masalsı anlatım sayesinde sınırları olmayan bir kurmaca dünyası yaratmayı da başarıyor. Bütün romanı Schlemihl’in, Chamisso’ya yazdığı bir mektup olarak kurgulaması da, post-modern anlatı hakkında fikir yürütmek isteyen okurlar için ayrı bir cazibe alanı oluşturuyor. Gölgesiz kalmanın çaresizliği içinde karanlığa, geceye, yalana sığınan çaresiz adamın hikayesi, bir yönüyle günümüzün, satılık ruhlarıyla hesaplaşmak için de rehber niteliğinde.

Tempolu, sayfa çevirten, sonraki sahneyi merak ettiren bir anlatı “Peter Schlemihl’in Olağanüstü Öyküsü”. Günümüzün ruhsuzlaşan, gölgesini çoktan Şeytan’a satmış insanı için çıkış yolunu da gösteriyor. Pozitif bilimlerin ve doğanın gücüne inanan bir aydınlanmacının, farklı bir çıkış yolu sunması da beklenemez elbette. Bilinmezin yerine bilinci koyan yazar, okurla birlikte ilerlediği hesaplaşmasını da böylece noktalamış oluyor.

“Peter Schlemihl’in Olağanüstü Öyküsü”, tazeliğini koruyan benzersiz bir uzun öykü. Edebiyatseverlerin kaçırmaması gereken bir hazine.



Ne almadım? 11-20 Aralık


İnanın almadıkça almayasım geliyor fakat  bu hafta bunu zorlayan bir durum oldu; seyahate çıktım.

Gittiğim yerden hatıra ya da hediye almayı tatilin bir parçası sandığımdan  zamanımın bir kısmını buna ayırırdım. Konya’da da çarşı pazar dolaştık arkadaşlarımla. Hiç bir şey almayacaksan dolaşmanın zevki de biraz azalıyor ama böylece dükkanlardansa çevreye dikkat ediyorsun, binaları insanları izliyorsun yani mal yerine deneyim ediniyorsun.

Konya’da alışveriş yapsam kesin alacağım şeylerden biri renkli çiçekli şallardı. Arkadaşlarım aldı, fiyatları da uygundu. Bir de belki alırdım diyebileceğim Mevlanalı termos bardak vardı . Bunlar şu anda almak istediklerim ama eğer alışverişe yeminli olmasam ıvır zıvır herşeyi alasım gelirdi kesin. 



Bu durumda hiç bir hatıra olmadan Konya'dan döndüm sanılmasın yaşadıklarımın yanında bir de yemek yediğimiz restorantın hediye olarak verdiği anahtarlığı getirdim yanımda.








Bir kitabın ilk sayfalarını okuyup gerisini koparmak…

Jules Renard'ın günlükleri, sadece edebiyat dünyasının değil, felsefe dünyasının da merceği altına aldığı günlükler.

Sel Yayınları, bu günlüklerden yazma işi, yazma eylemi ve yazarlık üstüne seçmelerden oluşan bir derlemeyi Orçun Türkay çevirisiyle 'Geceyarısı Kitapları' dizisinden yayımladı. Yazmakla ilgilenen herkes için başucu cümleleri var kitapta. Kimine katılırsınız, kimine katılmazsınız, size bağlı. Ama sonuçta her bir cümle, dakikalarca düşünmenize neden olacak.

Bu kitaptan çok sayıda alıntı yapabilir, hatta ben de seçemlerden oluşan kitaptan bir seçme liste çıkarabilirdim. Ama ilk okuyuşta insanı çarpan kimi cümlelerden farklı bri cümle ile yola devam edelim.

1908 yılında (yani kırk dört yaşındayken ve ölümünden iki yıl önce) günlüğüne şöyle bir not düşüyor Renard:

"Kitaplar. İlk elli sayfayı okuyup gerisini koparmak yeter."

Uzun uzun düşündüm bu konuyu. Hiç ilk elli sayfasından, hatta ilk yirmi sayfasından sonrasını okumak istemediğim ama o ilk sayfalara da hayranlık duyduğum kitaplar oldu mu?

Elbette oldu. Bunun aksini söyleyecek az okur vardır diye düşünüyorum. Yanılıyor olabilirim elbette.

Yanılıp yanılmadığımı anlamanın bir yolu var, sormak:

İlk elli sayfasını okuyup gerisini koparmak istediğiniz kitaplar oldu mu?

Jules Renard
(1864 - 1910)

Kategori

Kategori