Esra Aliçavuşoğlu: Eksilen Zaman'dan Arta Kalanlar

Esra Aliçavuşoğlu: Eksilen Zaman'dan Arta Kalanlar

Eksilen Zaman'dan Arta Kalanlar

Esra Aliçavusoğlu·

Karaköy’deki Galata Özel Rum İlköğretim Okulu, İstanbul’da her gün azalan hafıza mekânlarından biri olarak varlığını sürdürüyor. İçi her ne kadar çocuksuz olsa da döşemeleri, sıraları, kapıları ile bir zamanlar burada çocukların çığlıklar atarak koşturduğunu hayal edebiliyorsunuz. Çağrı Saray 1999-2015 tarihleri arasında ürettiği çalışmaları bu olağanüstü mekânda biraraya getirerek okulun ve kendi hafızasının çok katmanlı bir okumasının yapılmasına fırsat sunuyor. Sanatçı, 15 yılı aşkın bir sürenin pratiğini sergilediği bu mekânın kendine has dokusundan faydalanıp, bunları kimi zaman yan yana kimi zaman ise karşı karşıya getirerek bütün içinde tekliklerini koruyan bir bağlam oluşmasını sağlıyor. Dolayısıyla Saray’ın sanat pratiğinden bir seçki olarak sunduğu bu işler, hem tek tek, hem de bir bütünün parçaları olarak okunabilecek bir kavramsallığa sahip.

Çağrı Saray’ın geçmiş, bugün, hafiza, kolektif bellek, bilinçaltı ve kültürel bellek gibi kavramlar üzerine yoğunlaştığı sergisi, kendisi her ne kadar kişisel bir günlük olarak tanımlasa da, çağdaş Türkiye sanatında özellikle 1990’lardan itibaren sanatçının yaratımında sıklıkla izlediğimiz “bireysel” tınıyı oldukça örtük ve kolektif olan üzerinden okumayı tercih eden bir tavrı örnekliyor. Burada arkasını kişisel olan politiktir klişesine yaslamadan, kişiselliği kolektif hafızayı çağırır nitelikte kullanıyor. Dolayısıyla kendiliğin yansıtılmasından öte, işlerini tanımlarken kullandığı tanıklık çok önemli bir ayrıntı olarak ele alınabilir. Tanıklık, bir tür ayna tutma işlevselliğini akla getirse de, Çağrı Saray’ın işleri sanatçının bu aynada kendini görmeye ya da göstermeye çalışan bir tavırla değil; dışarıdakini de algılamaya ve anlamlandırmaya yönelik kullanıldığı izlenebilir.

Çağrı Saray’ın Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda biraraya getirdiği işleri bizlere zamanın ruhunu kavrayabilmemiz için bir tür “resimli” rehber niteliğinde aslında; bizim adımıza konuşuyor…  Özellikle 2007 tarihli Handke’ye Saygı (Çocuk Olmanın Şarksı) adlı videosu, çocukluk, ilk gençlik travmaları ve dün, bugün, yarın gibi süreçlerin sorgulamalarını akla getiriyor. Wim Wenders’in “Arzunun Kanatları” (1987) filminde kullanılan bu şiiri sanatçı kendi el yazısıyla tekrar yazarak, Handke’nin otobiyografik şiirinden kendi öz portresini çıkarıyor. Çocukluğun dürtülerin peşinden koşan bir tür istek doyurma serüvenine yetişkinliğin kontrollü bilinciyle yeniden ele alınışı bu bir bakıma… “Yaşam denen akışın ortasında durup yeni bir deneyime açılma…” Bilinç eşiğinin düşük olduğu bir dünyadan bilinç dünyasına bakış olarak da okunabilir bu pekala… Sadece bu yapıtta değil, örneğin Bellek Kutuları gibi erken dönem işlerinde eylemler, eylemlerin nedenselliği, objeler ve seslere kulak veriyor sanatçı. Handke’nin bu şiirle yaptığı geçmişe bakma serüvenini Çağrı Saray bu sergide, yerleştirmeleri, videoları, çizimleri, fotoğrafları ve resimleriyle gerçekleştiriyor.
Çağrı Saray’ınbu sergide oldukça dikkat çeken işlerinden biri, “Ticari Olmayan Özgeçmiş” başlıklı anıtsal özgeçmişi… Ticari olmayan sergilerde yer alan işlerinin gösterildiği bu özgeçmiş bir bakıma bu sergideki çoğu işin de daha önce nerelerde sergilendiğini gösteren bir dizin aslında. Bu çalışma ayrıca, sanat üretimi üzerinden yazılı bir otobiyografi olsa da tıpkı sanatçının diğer işlerinde olduğu gibi, salt kendinin değil, sanat ortamının da sanatçı üzerinden bir kesitini çıkartıyor.

Okulun orta katındaki sınıflardan birinde, mekânın orta alanına adeta bir lahit, kutsal olanı muhafaza eden bir form biçiminde yerleştirilen “Bellek Mekanları” isimli seri yer alıyor. 12 resimlik serinin 8’inin sergilendiği bu işler, yakın tarihimize ve toplumsal belleğimize dair hem mimari olarak yapıların imgelerini, hem de birer bellek mekanı olarak aynı bağlamda ele alabileceğimiz nesne ve imgeleri içeriyor.  Sessiz, saydam, silik ve adeta bellekteki imgelerin bir varolup bir kaybolan silüetleri gibi okulun içinde boylu boyunca yatan bu resimler gravür olmalarıyla da bu algıyı güçlendiriyor. Bu resimlerdeki bellek mekânları, iktidarın yıkıcı gücünün temsilleri olarak düşünülebileceği gibi, portalleriyle zihnimizde yer eden hafıza mekanlarının az sayıda insanın belleğinde yer etmiş bir yapının içinde sergilenmiş olmasıyla daha da ilginçleşiyor.
Çağrı Saray bu sergisiyle çoğumuzun zihninde yer etmiş anı odalarının çekmecelerini açıyor; kimi zaman uzaktan gelen, kimi zaman ise çok yakın zamanda zihnimize nüfus etmiş imgeleri tekrar tekrar canlandırıyor. Bu anı odalarının derinliklerinde kimi zaman çocukluktan gelen bir cetvel sesi kulağa çınlatırken, kimi zaman ise “Evde Devrim” adlı çalışmada olduğu gibi, yakın dönemde Türkiye’de yaşanan Gezi olaylarını akla getiren direniş sesleriyle dünyanın farklı coğrafyalarından protesto sesleri birleşerek bize onlarca soru sorduruyor.

Printed / İstanbulArtNews, mayıs 2015 | Printed / İstanbulArtNews, may 2015


Sergi: Herşey Olağan | Exhibition: Nothings Exceptional


Özgül Arslan, 
Coşkun Demirok, 
Seçil Erel, 
Gül Ilgaz, 
Can Maden,
Çağrı Saray 
24 Nisan - 18 Mayıs 2015 
“NOTHING EXCEPTIONAL / NICHTS AUSSERGEWÖHNLICHES / HER ŞEY OLAĞAN” 
başlığı altında 6 Istanbul'lu sanatçı Almanya'da Konrad Mönter'ın Düsseldorf yakınındaki mekanında bir araya gelecekler. Mönter'in “Sanat Kabine'si” kitabevi işlevinin yanısıra, sanat sergileri, edebiyat okumaları ve oda konserleriyle çok renkli ve yoğun programını neredeyse 25 yıldır başarıyla sürdürmekte. Bu projede yere ve zamana, sosyal ve politik şartlara göre farklı algılanabilen olağanlık ya da olağandışılık kavramları etrafında 6 İstanbullu sanatçı çalışmalarını Almanya'daki izleyici kitlesine sunuyorlar. İstanbul gibi bir kentin aralıksız değişimine ve aşırı dinamizmine ayak uydurmayı başarabilmek, kendini sürekli olarak kollamak zorunda hissetmek, bir Avrupalı için kolay kavranabilir değil belki, ama İstanbul’da yaşayan ve çalışan sanatçılar için bir yere kadar “HER ŞEY OLAĞAN“, ironik olarak söylenmiş olsa da... Sergide yer alan sanatçılar bu açıdan da buluşacakları seyirci için böylesine diken üstünde bir ortamın temsilcileri ve bu durumu farklı yaklaşımlarla dile getiriyorlar.
Özgül Aslan rengin ikinci planda kaldığı video çalışmaları, kumaş üstüne ağartıcı kullanılarak oluşturulan yüzeyler, kara kalem desenler, enstalasyonlar gibi farklı uygulamalar aracılığı ile kadının toplumsal konumunu sorguluyor, yaşam biçimlerini konu ediyor; Seçil Erel’in işlerinin görsel bütünlüğünde hem matematiksel bir yaklaşım, hem de deneysel ve sezgisel bir tutum hissediliyor. Düzen algısının sınırlarını zorlayarak kendi düzenini kuruyor. Coşkun Demirok günümüzde resmin sınırlarını araştırıyor, onu sisifos-vari, süregen bir uğraşı olarak tanımlıyor. Tekrarlar, tesadüfler ve geçicilik faktörü resminin temel unsurları. Fotoğraf ve video sanatçısı Gül Ilgaz çalışmalarında kadının, dolayısı ile bireyin ve toplumun yalnızlığını ve geleceğin belirsizliğini okutur gibi. Fotoğraf çalışmalarında yer alan sessizlik izleyen için kolay kaldırılamaz bir ağırlık taşımakta. Can Maden özellikle fotokolajlarında yapay/psikolojik çok katmanlı kompozisyonlar oluşturuyor, scanner kullanarak gerçekleştirdiği, dijital ortamda yeniden kurguladığı desenlerinde izleyiciyi kendi iç dünyasına çekiyor. Sulu boya, ya da mürekkep desenleri bizim şimdiye dek tanımadığımız sürrealist yaşamları keşfetmemize yardımcı oluyorlar. Ve son olarak yine video/fotoğraf/enstalasyon işleri üreten Çağrı Saray, bir performansın belgesi niteliğinde bir araya getirdiği çizimlerde, izlediği dünyanın; sergi mekanları, kurumlar ya da kendi atölyesi gibi içinde yaşadığı mekanların gerçek olup olmadığını hep yeniden sorgulamaya çağırıyor. Tedirgin bir varoluş algısını kendine ve bize ısrarla üsteliyor.
Sergi 24 Nisan - 18 Mayıs 2015 tarihlerinde Düsseldorf yakınındaki şu adreste görülebilir:
Galerie Konrad Mönter
Buch- und Kunstkabinett Konrad Mönter KG Kirchplatz 1 - 5 40670 Meerbusch-Osterath




Sergi: Printed'15 | Exhibition: Printed'15


Kırmızı Oda/Sekans 30,31,32 | Red Room/Sequences 30,31,32
Serigrafi_ 30 ed.| Silk Screen Print_ 30 ed.
                                                                             100x70 cm | 2008                                                                                                                            
                        

Sergi: Uzaktan Çok Yakın | Exhibition: So Close From Far


UZAKTAN ÇOK YAKIN... 
Sanatçılardan Sosyo-bireysel Anlatılar

İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul CSM Galeri, 16 Nisan – 14 Mayıs 2015 tarihleri arasında, günümüz sanatçılarından, sosyal ve bireysel anlatıları ele alan bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Küratöryal sorumluluğunu, İletişim Fakültesi, Sanat ve Kültür Yönetimi Programı ART 311-312 kapsamında, Derya Yücel ve öğrencilerinin üstlendiği sergide; Çağrı Saray, Elçin Acun, Kerem Ozan Bayraktar, Lara Ögel, Manolya Çelikler, Sevil Tunaboylu, Tunca ve Özgül Arslan çalışmaları ile yer alıyor.


-- please scroll down for english --


UZAKTAN ÇOK YAKIN... 

Sanatçılardan Sosyo-bireysel Anlatılar

Günümüzde estetik ütopya ile radikal sanat arasında bir kutuplaştırma/karşılaştırma yerine eşit mesafe yaratmak mümkün müdür? Sanatın dünyayı değiştirme gücü ya da nesnelerin eşsiz tekilliği iddiasından vazgeçmiş bir tavırdan bahsedebilmek olası mıdır? Tarihsel kesinlik yerine kararsız ve geçici bir durum yaratmak, mesafeleri silmek ya da temastan kaçınmak, aynı koordinatlarda aynı anda hem kişisel hem ortak alanlar inşa etmek, hem çok uzak ama bir o kadar da yakın olmak... Günümüz sanatında toplumsal duyarlılık ve sosyo-eleştirel tavır, bireysel anlatılar ve kişisel deneyimlerle birleşiyor. Bu yönde gelişen görsel dile sahip sanatçılar, insan hakları, savaş, göç, şiddet, cinsiyet ayrımı gibi toplumsal sorunlar ve travmalardan, hafıza, kültür, bilinçaltı, teknoloji, çevre, eko sistem, kentsel dönüşüm gibi konuları, bireysel tavrı ve sanatsal pratiği perspektifinde tartışıyor, sorguluyor, öneriyor, dikkat çekiyor...

Bu bağlamda, “UZAKTAN ÇOK YAKIN... Sanatçılardan Sosyo-bireysel Anlatılar” başlıklı sergi de, ekranlardan, monitörlerden, tv’lerden kısaca bizden çok uzakta gibi izlenen ama bir o kadar da yanı başımızda, içimizde olan hayatları/olayları/olguları konu edinen yapıtları izleyiciyle paylaşmayı amaçlıyor. Sergiyle, yaşamın uzağında olmayan, büyük anlatılardan çok mikro durumlara işaret eden ve toplumsal bağlarını kişisel bir kipte ortaya seren sanatçılar bir araya geliyor.

-----------------------------------------------------
SO CLOSE FROM FAR...
Socio-personal Narratives from Artists

Is it possible today to establish an equal distance between esthetic utopia and radical art instead of a polarization/comparison? Can one possible talk about a disposition that has renounced the power of art to change the world or the unique singularity of objects? Creating a temporary situation rather than historic certainty; erasing the distances or avoiding contact; building spaces in the same coordinates that are simultaneously personal and common; being so far but so close… In today’s art, social sensitivity and socio-critical attitude merges with individual narratives and personal experiences. Artists with the hold of the visual language which has developed along these lines discuss, question, suggest and draw attention to the social problems and traumas such as human rights, war, migration, violence, gender inequality and issues like memory, culture, subconscious, technology, ecosystem and urban renewal from the perspective of their individual disposition and art practice…

In this context, the exhibition titled “SO CLOSE FROM FAR…Socio-personal Narratives from Artists” aims to bring the audience together with the works featuring the lives/events/phenomena that are watched on the monitors, screens and TV as if they are quite far from us but which are in fact nearby and among us. It is intended that the exhibition gather together the artists who are not far from life, who point at micro situations rather than grand narratives and present their social bonds in the first person singular.

İletişim Bilgileri

Telefon: 0212 – 311 50 00
Adres: Santralistanbul ÇSM Galeri Eski Silahtarağa Elektrik Santrali
Kasım Karabekir Cad. No:2/13
34060 Eyüp İstanbul
http://www.bilgi.edu.tr/





Elif Key: "bize iki çay söyle…"

Diyeceğimi baştan diyeyim: Elif Key’in “Bize İki Çay Söyle…” adlı kitabını mutlaka okuyun.

Bitmek bilmeyen bir toplumsal ergenlik halinin her yüzü var sayfalarda. “Ah ne güzel yıllardı o yıllar,” kolaycılığına kaçmadan, şaşkın bir romantizmin şekerli cümlelerine yenik düşmeden yazılmış bir kitap bu. Geçmişi kutsallaştırma, okuru kutsama derdi olmayan satırlarda, kimsenin başını okşamıyor Elif Key. Onun yerine ruhları rendeden geçirmeyi tercih ediyor. Hem de ruh küçücük kalana kadar. Yazarın iyisi, elini rendeye kaptırmaktan korkmayandır ne de olsa...
Ama kitapla ilgili bir yazı değil bu. Bu yazıyı yazmama neden olan, Elif Key’in kapak içindeki beş satırlık hayat öyküsünden bir cümle.
“1992 yılında bir kadın dergisinde gördüğü ilanda ‘Bir gençlik dergisi için yazısına güvenenleri bekliyoruz’ yazıyordu; kalktı gitti, kapıyı Kanat Atkaya açtı.”
Cümle bu.
Bir yazarın ilk kitabında yer vermek istediği beş satırlık hayat hikayesinin iki satırı böyle.
Tekrar tekrar okudum bu satırları. Bir gazetecinin arkadaşına güzelleme yaptığı, “O olmasaydı, ben olmazdım,” havalarından şarkı bestelediği satırlar değil bunlar. Daha da önemlisi, bir gazetecinin “Usta’ya Saygı” isimli kısa film çalışmasının senaryosu da değil.
İnsanın yüzüne tatlı bir gülümseme yayılmasına neden olacak bir selam sadece. Selam ve aynı kararlılıkla yola devam.
Kısa süre önce Metin Solmaz’la bir muhabbet sırasında, Ankara’daki “Çalıntı” dergisi yıllarını andık. Ben de Metin’in kapısını çalmış ve dergide yazmak istediğimi söylemiştim. Muhabbet arasında Metin hem o ilk karşılaşmayı, hem de yazılarımdan birinin adını söyledi. “Kötü bir yazıydı,” dedim. “Belki de o yüzden hatırlıyorumdur,” dedi, gülüştük.
Ankara’dan posta aracılığıyla yazılar yolladığım “Hayalet Gemi” dergisi de, İstanbul’a gelir gelmez bana kapılarını açmıştı. Murat Gülsoy’la ilk buluşmamızı çok iyi hatırlıyorum. Sonrasında o buluşmanın öncesindeki-sonrasındaki komik anların karikatürünü çizip çok gülmüşüzdür.
Metin, Murat... ve daha nice isim. Her birini güzelliklerle, yoğun sohbetlerle, çalışkan gecelerle, kahkaha dolu masalarla anıyorum.
İşte tam bu noktada, Elif Key’in o cümlesinin ‘büyülü bir cümle’ olduğunu düşünüyorum.
Usta’nın dokunulmazlığını, Çırak’ın eksik görülme halini reddeden bir cümle o. Usta’nın kibirli duruşunu, Çırak’ın başı önde yürüme zorunluluğunu reddeden bir cümle. Usta’nın kendisine hayranlığının, Çırak’ın kendisine güvensizliğinin bir öfkeye dönüşmesiyle alay eden bir cümle. Usta’nın elde ettiği iktidarı kaybetmemek için tutuculaşmasına, Çırak’ın bir gün Usta olmak umuduyla bu tutuculuğa hayran olmasına ayna tutan bir cümle.
Bir gün bir kapıyı çalarsın. Biri açar. Sonrasında birlikte yürümeye başlarsın. Kimin hangi konumda olduğuna aldırmadan, bir hedef kaygısı gütmeden. Sadece o yolculuğun ve yol arkadaşının değerini bilerek. O yüzden güzeldir Yoldaş demek.
Elif Key’in hikayesinde kapıyı açan Kanat Atkaya olmuş. Elif de ilk kitabında, yol arkadaşına şöyle bir selam çakmak istemiş. Biat etmeden, diz çökmeden, yağlamadan, allayıp pullamadan, iktidarın şehvetiyle ayarı kaymış cümleler kurmadan. Hepsi bu.
Devrek’li baston ustası Şükrü Çelebi’ye şapka çıkarılır. Göksu toprağından dünyanın en güzel çömleklerini yapan Hasan Usta’yı rahmetle anarım. Lakerdacı Tunç Ergunsu’nun ustalığına laf ettirmem. Daha ne ustalar vardır böyle... Her birinin çırağının bir gün usta olacağını da bilirim. Ama ustalık şapkasını eleştirilmemek için takan, yeninin sesinden korkan, yerinin rahatını kaybetmemek için çırağına püf noktası anlatmayan kişinin de, dünyanın son sayfasını göremeyeceğimiz hikâyesinde yeri olmadığını bilirim.
Bu yüzden ne Usta istiyoruz, ne Çırak...
Diyeceğimi dedim.
Şimdi Elif Key’in kitabını okumaya devam edeceğim. 

Çağrı Saray Açık Radyo'da | Çağrı Saray on Açık Radio

Çağrı Saray Açık Radyo'da | Çağrı Saray on Açık Radio

28 Nisan Salı 15:30 Programı Konuğu Çağrı Saray (39.Program)

POSTED ON 
28 Nisan programında Çağrı Saray ile Galata Rum İlkokulu’nda 30 Nisan’a kadar görülebilecek Eksilen Zaman sergisine dair konuşuyoruz.
28 Nisan 15:30′da
94.9 Açık Radyo
veya
http://acikradyo.com.tr/stream/ üzerinden dinleyebilirsiniz.
Çağrı Saray ve üretimlerine dair:
  
Sergi hakkında:
Eksilen Zaman sergisi Çağrı Saray’ın kimlik sorgulamaları, kişisel bellek, ev-mekân kavramı ve kentsel ortamın toplumsal-siyasal anlamları üstüne kurulu yerleştirme, desen, gravür, fotoğraf ve videolarından oluşuyor.
Sanatçının 1999 – 2015 yılları arasında ürettiği ve sergide bir araya gelen bir dizi çalışma, geçmişe ve günümüze ait verileri dolaysız ve ayrıksı unsurlar olarak ele almak yerine, dizgesel ve birbirini olumlayan tek bir form olarak ortaya koymayı hedefliyor. Çağrı Saray, belleğinde yer eden, her yeni deneyim ve olayla yeniden inşa ettiği geçmişine toplumsal olaylar bağlamında tekrar bakıyor. Yerel ve küresel yaşam koşullarını sarsan, zorlayıcı politik, ekonomik, sosyal değişimlere ve bu değişimlerin hafızayı nasıl dönüştürdüğüne ya da nasıl eksilttiğine odaklanıyor.
Sanatçının çalışmalarındaki içerik ve biçimler, bu karşı çıkılabilir koşulların çeşitli özellik, süreç ve anlarını titizlikle haritalandırıyor. Saray, egemen söylemin ürettiği görsel kültürün baskın gücüne karşı, yalın olmakla birlikte çekici ve muhalif bir düşünce seçeneği sunuyor.
Sanatçının birbirinin devamı niteliğinde 2004, 2009 ve 2011 yıllarında gerçekleştirdiği “Kırmızı Oda”, “Bekleme Odası” ve “Kayıp Oda” serileri de ilk kez birarada “Eksilen Zaman” sergisinde görülebilir.
Sergide yer alan ve “4/12: Bir Evin Topografyası” projesinin bir parçası olan, yürüme eylemindeki bir dizi adımını gösteren “Denizden Ev’e: 282 Adım” ve “Okulu Ölçmek” çalışmaları, temelinde zaman kavramına odaklanıyor. Çocukluk ve yetişkinlik arasındaki karşılaştırmalar, Peter Handke’nin “Çocuk Olmanın Şarkısı” şiirinin Saray’ın el yazısıyla video çalışmasında görselleştirilmiş halinde izleyicinin karşısına çıkıyor. Saray, “Ticari Olmayan Özgeçmiş̧” çalışmasıyla İstanbul sanat ortamının ekonomik ve sistemsel verileri bağlamında, sanatçı olarak yapıt üretme dışında üretmek ve yönetmek zorunda olduğu etkinlikleri ve olanakları belgeliyor. 5 odaya yerleştirilen “3 Hikaye – 3 Anlatı” başlıklı yapıt dizisi “Kırmızı Oda” (2004), “Bekleme Odası v1” (2009), “Kayıp Oda” (2011) ve “Kırmızı Oda: Sekanslar” (2005), “Işıksız Oda” (2007) başlıklı çalışmalar bu özgeçmiş dökümü içindeki zirve işleri oluşturuyor. “Bellek Mekanları” resim dizisi, küreselleşmenin temelindeki kentsel dönüşümler ve tüketim ideolojilerinin egemenliğinin mimari dokudaki görüngülerini sunarken, “…gibi hissetmek “ ve “Rezonans” başlıklı videolar bireyin günümüz koşullarında doğa (ekoloji) ve kent (urbanizm) ile ilişkisindeki güç, direniş, haz, umut ve güçsüzlük, boyun eğme ve umutsuzluğun görsel metaforlarını yaratıyor.
Çağrı Saray’ın üretimlerine buradan ulaşabilirsiniz: cagrisaray.blogspot.com.tr/
3 – 30 Nisan 2015
Galata Özel Rum İlköğretim Okulu 

Bir Başarı Hikayesi: Fazlıkızı

Bazen başınızdan geçen bir olay veya aklınıza gelen bir fikir sizi adım atmaya teşvik eder. Günümüzde bu adımlardan biri de blog yazmaktır. Neden mi? Aklınızdakileri, içinizdekileri paylaşmak istersiniz. Bşkalarının da fikirlerinizden haberdar olmak istersiniz. İlk zamanlar kendi yazdığınızı kendiniz okuyormuşsunuz gibi hissedersiniz ama bir gün bakmışsınız yüzbinlerce kişinin tanıdığı bir blogger olmuşsunuz. İşte böyle bir başarısı hikayesini paylaşmak istiyorum sizle. İster ders alın, ister feyz alın, ister kıskanın :) Size kalmış…

 

Fazlıkızı…

 

Söz konusu başarı hikayesinin arkasındaki isim Yelda Hanım ve blogu Fazlıkızı. Henüz çocuk yaşında başarısız bir denemeyle başlayan yemek macerası zamanla yapmaktan keyif alınan bir hobiye dönüşmüş ve öğrenilenler, deneyimlenenler Fazlıkızı isimli blogu ortaya çıkarmış.

 

fazlikizi

 

Blogun sahibi ve yazarı olan Yelda Hanım, yazının başında verdiğim gibi ilk zamanlarda yazdıklarını sadece kendisi okuyormuş gibi hissetmiş. Fakat belli bir süre sonra kalabalık bir kitlenin takip ettiği, blog ödüllerinde dereceler elde eden popüler bir blog haline gelmişti.

 

2010 yılından beri yayında olan Fazlıkızı; hergün binlerce kişinin ziyaret ettiği, sosyal medya hesaplarında binlerce takipçisi olan Türkiye’nin önde gelen yemek bloglarından.

 

Üstelik en.fazlikizi.com olarak yeni açtılan ingilizce bölümüyle de hem yabancı trafik çekme, hem de ülkemize özgü yemekleri yabancılara tanıtması tebrik edilecek bir hamle.

 

Fazlıkızı’nın Başarısının Altında Yatan Sebepler

 

“Yemek tarifleri” konusu en çok rekabetin olduğu konulardan biri. Fakat Fazlıkızı bu yoğun rekabet ortamında ayakta kalmayı başarmış ve konusunun en iyi, en popüler bloglarından biri olmayı başarmış. Yıllardır bloglara kafa yoran dışarıdan bir göz olarak Fazlıkızı’nın başarısının altında yatan sebepleri tespit edip sizlerle paylaşmaya çalıştım. Blog yazmaya yeni başlayanlara yardımcı olacağı kanaatindeyim.

 

- Düzenli Ve İstikralı Çalışma: Yelda Hanım blogunu ciddiye alarak içeriği güncel tutmak adına sürekli ve düzenli olarak çalışmış. Böylece düzenli okuyucunun içerik ihtiyacı karşılanmış.

 

- Araştırma Ve Geliştirme: Evet blogların da ARGE’si olur :) Fazlıkızı’na eklemek üzere yeni tarifler denenmiş, araştırmalar yapılmış, başka mecralarda bulunamayacak tarifler çıkartılarak fark yaratmaya çalışılmış.

 

- Yazı Dili Ve Tonu: İlk maddede bahsettiğim istikrar yazı dilinde de sağlanmış. Belli ki Yelda Hanım’ın yazı dili ve tarzı benimsenmiş, insanlara samimi gelmiş. Bloglar etkileşim üzerine kurulan platformlar olduğu için samimiyet çok önemli.

 

- Sade Tasarım Ve Kolay Navigasyon: İnsanlar Fazlıkızı’nı yemek tarifi öğrenmek ve uygulamak için ziyaret ediyorlar. Dolayısıyla tasarım olabildiğince sade tutularak tarif içerikleri ve görselleri ön plana çıkarılmalı. Fazlıkızı’nda bunu net bir şekilde görebiliyoruz. Ayrıca tarifler kategorilere ayrılarak kullanıcının işi kolaylaştırılmış.

 

Markalaşma yolunda hızla ilerleyen Fazlıkızı’ndan feyz alarak sizi de düzenli blog yazmaya ve kullanıcılar için orijinal içerik oluşturmaya davet ediyorum. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Buna emin olabilirsiniz.

Şimdi okullu oldum…



Yıl 1974. İlkokula başladığım gün. Ankara Ballıbaba Sokak’taki evde bütün aile toplanmış durumda. Anneannemle dedem de Bursa’dan kalkıp gelmişler. Dedem, bu özel günde küçük torununu yalnız bırakmak istememiş. Oysa biliyoruz ki, ancak iki baston desteğiyle yürüyebilen dedem, seyahat etmekte zorlanıyor. Sabah erkenden kalkılmış, tıraş olunmuş, takım elbise giyilmiş, köstekli saat takılmış... Sol kolumu dedemin omuzuna atıvermişim poz verirken. En çok o sarılma anını özlüyorum. Bir de hala burnumda dolaşan tıraş kolonyasının kokusunu.

Bahar temizliği





Almadım'ın facebook sayfasında bir yazı paylaştım," 10 things to get rid of right now"- "Şimdi kurtulmanız gereken 10 şey". Love Aesthetics adlı bir blogda okuduğum bu yazının maddelerini kendi katkılarımı da ekleyip altta paylaştım. Yazıda Hollanda'daki Kingsday adlı milli günlerinde gelenekselleşmiş bir olaydan bahsediyor; evdeki fazlalıkları ayıklayıp kapı önüne çıkarıp satmak. Buna mütakiben de evde nelerden kurtulmalıyızın bir listesini yapmış. Bu tür yüklerden kurtulmanın en güzel zamanı bahar. Bakalım bahar temizliğiyle nelerden kurtulmalıymışız:



1- Televizyon-Demek ki  Hollanda'da da televizyon izlemek insanların çok zaman harcadıkları bir durum. ( ne diyeceğimi bilemedim; faliyet desem değil, eylem desem değil) Yazar demiş ki "dizileri, filmleri internetten izleyebilirsiniz, ben 5 yıldır kullanmıyorum ve reklamlar haricinde birşey kaçırmadım" . Katılıyorum kendisine, benim evimde televizyon var ama bilgisayarı bağlayıp dizi ve film izlemek için kullanıyorum böylece haberlere, tartışma progamlarına, yarışmalara maruz kalmıyorum. Resmen insanın gerçekliğini değiştiriyolar; sizin tuttuğunuz kız en iyi giyinmediyse ya da survivordaki takım galip gelmediyse dünyanın sonu geldi sanıyorsunuz.

2- Nevresim- İki nevresim yeter demiş, birin çıkarın diğrini takın. Adam haklı, sanırım bende  4 nevresim 2 tane de tek kişilik misafir nevresimi var, çok fazla.

3- Kitap- Bizde bir kitap fetişi var ki sormayın. Bir kere okunacak bir daha kimseye faydası olmayacak romanları kitaplıkta tutup bir de kimseye vermemek. Referans kitaplarına birşey söylemiyorum ya da çok beğendiğimiz romanlar olabilir, sonraki nesillere bırakmak istediğimiz şeyler vardır belki ama düşünün kaç kitap orada birdaha kapağı açılmamak üzere yatıyor.

4- Çanta-Şimdi bizde de yavaş yavaş çoğalıyor bez çantalar; mesela bizim veteriner taurus veteriner kliniği çok şahane bez çantalara koyup veriyor mamaları.Sanırım Hollanda'da çok fazla ki onlardan da kurtulun demiş.

5-Kablolar. Bizde bir çekmece dolusu kablo var, hangisi neyin kablosu şaşırdığımdan hepsini tutuyorum, ince uçlu nokia şarj dahil. Bir elden geçireyim bari.

6- Mutfak gereçleri. Bir sürü gereksiz bıçak, süzgeç, tirbişon vs. Bizde iki ev birleştiği için çok var herşeyden.

7- Birden çok olan şeyler; eşantiyon kalemler, taraklar, tırnak makasları

8- Kağıtlar- not kağıtları, kartvizitler, iki sayfası kullanılmış defterler, eski ders notları vs.

9- Güzellik ürünleri- Kendimden biliyorum evde yarım yarım 5 tane krem, hiç kullanmadığım göz kalemleri, 10'dan fazla bozulmaya yüz tutmuş oje. Bunların çoğu da kalitesiz, ucuz diye alınmış, kullanılmayacak şeyler. Herşeyden bir tane ve kaliteli edinmek lazım.

10- Son kullanma tarihi geçmiş mamuller.

Bebeği beşiğinde öldürmek!

Nobel ödüllü yazar Kenzaburo Oe’nin kendi gerçekliğinden yarattığı müthiş bir başyapıt.
Romanın adı “Kişisel Bir Sorun” olmasa ve biz okurlar, yazar Kenzaburo Oe’nin gerçekliğinde de benzer bir hikâye olduğunu bilmesek nasıl bir okuma süreci yaşardık acaba? Okuduklarımızın sadece kurmaca bir metin olmadığı bilgisi, Bird’ün engellerle dolu hikayesi ile aramıza bir “engel” koyar mıydı? Nobel Edebiyat Ödüllü Japon yazar Kenzaburo Oe’nin 1964 tarihli romanı “Kişisel Bir Sorun” bütün bu soruları sordurtmanın yanı sıra, muhteşem bir yolculuk vaat ediyor. Hem roman kahramanı Bird’ün iç dünyasına hem de her sahnesi üstünden okurun kendisine doğru yapacağı bir yolculuk.
Bird, 27 yaşında bir adam. Roman 1962 yılında geçtiğine göre, 1935 doğumlu bir roman kahramanıyla karşı karşıyayız. Bu durumda tıpkı yaşıtı Kenzaburo Oe gibi, Hiroşima’yı, atom bombasının yıkıcı etkilerini, çürümüş bedenleri, akmış gözleri, dışarı fırlamış beyinleri görmüş durumda. Eksilmiş, eksiltilmiş bir kuşağın çocuğu. Dershane öğretmeni Bird’ün Afrika’ya gitme, engelleri aşma, “orada olma” hayaliyle başladığımız romanda en büyük beklentisiyle ruh halini de anlıyoruz kısa sürede: Kabuğundan çıkmak, gitmek ve döndüğünde gidebildiğini göstermek, büyük gezisinin dönüşünde “Afrika’da Gökyüzü” başlıklı bir hatırat yazmak. Çok güçlü bir anlatıyla karşı karşıya olduğumuzun sinyallerini hemen ilk sayfalarda, Bird’ün bütün bunları, yolda karşılaştığı bir travestiyle geçireceği zamanın hayalini kurarken düşündüğünde anlıyoruz. Öteki’nde kendini bulma ve anlaşılır kılma çabası romanın kimi zaman ürkütücü boyutta bir samimiyete ulaşacağının en belirgin sinyali: “O adam ve ben iki kardeş gibi çırılçıplak uzanır konuşurduk herhalde. (…)Her an tehdidi altında yaşadığım nevroz parçacıklarını tek tek temizler, beni mutlaka anlardı.”

Engellerle dolu bir hayat Bird’ün hayatı. Kendini ifade etmesinin, insanlarla iletişim kurmasının, çelimsiz bedenini toplum içinde görünür kılmasının ve hayallerini gerçekleştirmesinin önünde hep engeller var. En büyük engel de bekleyişiyle başladığımız doğumun gerçekleşmesinden sonra ortaya çıkıyor. Kafatasındaki eksik yüzünden beyni dışarı taşmış, beyin fıtığı teşhisi konmuş bir çocuk veriyorlar kucağına hastanede. Bir bitkiden farksız bebeğiyle, yeni bir engeli aşıp aşmama kararının eşiğine geliyor Bird. Bir kuşu andıran bedeni ve ifadesiz yüzüyle uçamayan kuş Bird, kanat çırpmak zorunda bu engeli aşabilmek için.
Kanat çırpmak. Özgürleşmek. Toplumsal sözleşmelerden uzaklaşmak. Ahlakın ve aidiyetin dayattığı kuralları hiçe saymak. Aileyi sorgulamak. Yaşamı sorgulamak. Hastalıklı, neredeyse bitki bir bebeğin bedeni üstünden ölüme ve yaşama karar veren bir Tanrı rolüne bürünmek. Bütün bunları yaparken bireysel varoluşla hesaplaşmak. Alkole ve iç karanlığına sığınmak. Aslında bu noktadan itibaren, kurmaca ile gerçek, Bird ile Oe birbirine giriyor. Yazarın “Kişisel Bir Sorun”u önce okurun ve giderek insanlığın sorunu haline geliyor. Bir gün engelli bir çocuğunuz olsa (ya da bir başka engel giriverse hayatınıza, sizi toplumsal olarak “ötekiler” hanesine yazan bir olayın öznesi olsanız) ne yapardınız? Bunu nasıl aşardınız?
“Kişisel Bir Sorun”, Kenzaburo Oe’nin benzer bir süreçten çıkışının hemen ertesinde yazdığı bir roman. Yazar, 1963’de bedensel ve zihinsel özürlü bir çocuk sahibi olmuş; Hikari. Kenzaburo Oe ve karısı da önce bu çocuğun yaşamaması gerektiğine karar vermişler. Sonrası Hikari’ye adanan bir hayat. Oe, bütün gün oğluna kuş sesleri ve klasik müzik parçaları dinletmiş. Kumiko Tamura, küçük Hikari’ye piyano dersleri vermiş. Sonuçta konuşması bile mucize olarak görülen Hikari, yedi yaşına bastığında besteler yapmaya başlamış. 20 yaşına geldiğinde de ilk CD’sini piyasaya çıkarmış. Hikari bugün 47 yaşında, hâlâ konuşamıyor ve Japonya’nın önemli bestecilerinden biri olarak anılıyor. Babası 1994’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı sırada elbette Hikari de orada. “Kişisel Bir Sorun”, baba-oğulun başarı hikâyesine dönüşüyor.
H.Can Erkin’in Japonca aslından çevirdiği roman, dünya edebiyatının en sarsıcı eserlerinden biri hiç kuşkusuz. Benzetmelerin bolca olduğu anlatımın çevirisinde, ister istemez çok sayıda “gibi” edatı kullanılmış. Bunun dışında yazarın can yakıcı derecedeki sahici anlatımı, Türkçe çeviride de karşılığını bulmuş.
William Blake’den alınma bir dizeyle baş etmenin romanı “Kişisel Bir Sorun”: “Bebeği beşiğinde öldür… Henüz harekete geçmemiş arzuları beslemektense…” Güçlü bir yazardan, hazmetmesi güç ama okunması kaçınılmaz bir başyapıt.

O mercan!


Almamamın ilk aylarında  "ne almadım" başlığıyla haftalık durum bildirimi yapıp, almak isteyip de alamadıklarımı yazıyordum fakat bir süre sonra birşey alma isteğim kalmadığından bunu yapmayı bırakmıştım. Dün şu son beş aydır beni en çok zorlayan almamayı yaşadım. Hem de hiç gerek duymadığım birşey için; mercan.
Kardeşimle iki günlüğüne Ayvalık'a gittik, orada bir tanıdığımızın duvarında küçük bir ağaca benzeyen bir mercanı gördüm ve vuruldum. Hemen hain planlar kurmaya başladım, ben kardeşime yemek ısmarlayacaktım o da bana karşılığında mercan alacaktı, yani böylece ben satın almış olmayacaktım! O gece etraftan gelen " bunun için mi bozacaksın", "seni deşifre ederiz" gibi tehdit ve kınamalar yüzünden bu fikirden vazgeçtim fakat ertesi gün uğradığımız bir dükkanda çok ucuza satıldığını görünce tekrar kıpraşmaya başladım. "Kesin alıcam tutmayın beni" derken kardeşim beni zar zor tuttu. Kendime şaşıryorum, kıyafet kozmetik, kırtasiye hiç birşeyde zorlanmıyorum da böyle saçmasapan şeylerde kendimi zor tutuyorum; sanırım o yüzden evim ıvır zıvır dolu. Kendim için önemli, duyan, okuyan için saçma almama sınavımı da böylece verdim.



İşte o mercan !

Mercan kadar önemli olmasa da başka ihtiyaçlarım da var: cep telefonumun pili bitti sanırım, şarj ediyorum bir saat sonra sıfırlanıyor. Şimdilik bu konuda birşey yapmayı düşünmüyorum, bakalım ne kadar dayanıcam. Bir de Siya adisi yatağıma işemeye kalktı, kendisinin iki yıl önce de birkaç kere gerçekleştirdiği bu eylemin tekrar olması ihtimaline karşı yatağıma koruyucu bir alez almam gerekiyor sanırım. Şimdilik odamın kapısını sürekli kapalı tutuyorum ve bu ihtiyacı 2015 aralık sonrasına erteliyorum.


Camus'yle yürümek…


Öldüğünde cebinden bir tren bileti çıkmış. Nedendir bilinmez yolculuğunu o biletle değil de arkadaşının arabasıyla yapmayı seçmiş. Belki de kırk altıyı bitirip kırk yedi yaşına bastığı o günlerde, En saçma ölüm şekli bir araba kazasında ölmektir, sözünün peşinden gitmek istemiştir. Yayımcısı ve yakın dostu Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka otomobilin bir ağaca çarpmasıyla bitmiş doludizgin bir hayat. 6 Ocak 1960 tarihli France Soir haberi “Yol düz, kuru, ıssızdı. Kader böyleymiş,” başlığıyla vermiş. Dünya Albert Camus’ye böyle veda etmiş.

İşte kitaplarını okumanın dışında Camus’nün izinde yürüyebilmenin bazı yolları:

1.     Futbolla ilgileniniz: Arkadaşı Charles Poncet “Tiyatro mu futbol mu?” diye sorduğunda, hiç düşünmeden “Futbol,” demiş Camus. 1929’da Racing Universitaire d’Alger’nin genç takımında kalecilik yapan futbol aşığı Camus, Ahlaka dair ne biliyorsam bunu futbola borçluyum, çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi,”demiş. Ahlakçılığı her zaman tartışma konusu olan ustanın, dini ve politik ahlaktansa futbolun basit ahlak kurallarına sırtını yasladığını unutmadan, bir maça gidiniz. Sahadaki oyunu bir de onun gözüyle izlemeye çalışınız.

2.     Tiyatroya gidiniz: 21 Şubat 1941’de, yani 28 yaşında günlüğüne “Üç absürd tamamlanmıştır,” yazar Camus. Bu üç kitap; Sisyphos Söyleni, Yabancı ve Caligula’dır. Tiyatro onun olmazsa olmaz’larından olmuştur hep. Sadece yazdıklarıyla değil, oyuncuğundan yönetmenliğine, tiyatronun içindeki duruşuyla da. Kimi zaman kendi yazdığı bir metni yönetir, kimi zaman Dostoyevski’den bir uyarlama yapar. “Sert”tir Camus’nün tiyatro anlayışı, cesurdur. İktidarla-muktedirle işi olmaz. Yasaklarla, kurallarla, kalıplarla boğuşarak kurar sahnesini. Siz de, o kostümleri kuşanarak, tiyatronun hapsedilmeye çalışıldığı çemberin varlığını unutmayarak, bir oyuna gidiniz. Oyunu alkışlarken Camus’nün Sanatçı yalanla ve kötülükle uzlaşamaz, sözünü hatırlayınız.

3.     Geziniz:Uzun süre aynı evde, aynı yerde hatta aynı şehirde yaşayamamış Camus. Yersiz yurtsuz, köksüz bir “Cezayirli Fransız”. Şehirlerden, evlerden, otel odalarından geçip gitmiş. Dünyayı daha iyi kavrayabilmek için, onda daha çok şey aramak gerekiyor belki de. Bağlanıp kalmamak, gitmeyi bilmek gerekiyor. Siz de, arada bir gitmeye cesaret ediniz. Hiçbir yer yoksa gideceğiniz, çıkıp evden, şehri anlamaya çalışarak uzun uzun yürüyünüz. Binip bir otobüse bilmediğiniz semtlere gidiniz. Şehrin günden güne değişen fısıltısında, yaşadığınız günleri anlamaya çalışınız.

4.     Kedileri seviniz: Babasının ardından yazdığı unutulmaz metin “Babam Camus”de, kızı Catherine Camus, babasının kedilerle kurduğu ilişkiyi de anlatır. Özellikle de evlerindeki doğurgan kedi Agathe ile. Belki de, kedilerin o başına buyruk hallerinde kendinden izler buluyordu usta yazar. İster Camus’ye öykünerek bir kediyi, isterseniz bir başka hayvanı ve özellikle de bir sokak hayvanını seviniz. Aslında daha doğrusu, dünyaya yaptığımız bütün bu kötülüklere rağmen bir hayvanın sizi sevmesini sağlayınız.

5.     Direniniz:Camus, 1944’te efsanevi yeraltı gazetesi Combat’nın anonim yazarı ve editörü olarak Direniş’e büyük katkıda bulunmuştu. Şiddete karşı çıkmak için şiddet kullanmanın ahlaki bedellerini sorgulamasıyla kimilerine göre pasif bir direnişçi olarak görüldüyse de, yaşamın her alanında direnç gösterdi. Her tür totaliter rejimle hesaplaşmaktan geri durmadı. Hatta bu “Başkaldıran İnsan” sonrasında yakın arkadaşı Sartre ile yollarının tümüyle ayrılmasına neden olsa da. Sadece yılın şu son zamanlarında değil, bir ömür boyu, Camus’nün izini sürünüz. Yukarıdan inme, dayatmacı, kibirli her cümle, karşısında direnen bir başka cümle bulacaktır.

Sıkılıkla tekrar edilen, ezberlenmiş alıntılar listesinin zirvelerinde olan bir sözü vardır ya Camus’nün, bir kere de biz söylesek ne çıkar: Önümden gitme seni izleyemeyebilirim, arkamdan da gelme yol gösteremeyebilirim; yanımda yürü ve yalnızca dostum kal.” 

Dilediğiniz yolu seçip, o dostluğun gücüyle, yürüyebildiğiniz kadar yürüyerek. Camus’yle dost olmak iyidir.


Kategori

Kategori