Not defteri kullanır mısınız?

Kendimi bildim bileli not defteri kullanırım.

Çocukken, babamın yazı yazmak için kullandığı samanlı kağıtlardan payıma düşenleri dörde katlar, düzgünce keser, sonra sırttan zımbalayıp kendime not defterleri yapardım. Eğri büğrü olurdu çoğu zaman. Üstelik zımba iyi tutmaz, sayfalar açılırdı. Durumu gören annem, katladığım kağıtların sırtını dikerek defterlerimi sağlamlaştırmaya başladı. Derken bir gün babam cilt yapmayı öğretti ve ilk ciltli not defterime ulaştım. Kapağı kalın-sert mukavvadan, sayfaları saman kağıdından (açıkçası kullanımı da pek rahat olmayan) defterimle gurur duyuyordum. Bugüne kalmış olmasını isterdim.

O tarihten bugüne kalan defterlerim az sayıda. Dokuz yaşında kullandığım (bir yıl öncesine ait) küçük-kırmızı Ece Ajandası bunlardan biri. Ergen yaşlarımdan sonra kullandığım defterlerin çoğu duruyor ama. Kimilerini okuduğum kitaplara ayırmışım, kimini izlediğim filmlere. Hayatımın iki yılı dışında düzenli günlük tutmamışım. Bunu daha önce Fil Uçuşu'nun "Günden Kalanlar" bölümünde de yazmıştım sanırım.


Nereden aklıma geldi bunlar?

İstanbul Tasarım Bienali'nin gezerken, çoğu "işin" bünyesinde bir defter barındırdığını gördüm. Hatta fütürsitik işlerde sergilenen defterler, bugünden çok dünün havasını yansıtmalarıyla daha çok ilgimi çekti. Dijital ortamların olası egemenliğinden bahsettiğimiz bir devirde, defterlerin varlıklarını sürdürecek olması beni keyiflendiren bir gelecek tasarımı oldu.

Aynı şekilde yılbaşı çılgınlığıyla coşan kırtasiye reyonlarında, hediyelik eşya dükkanlarında da çok sayıda defter-ajanda görüyorum. Moleskine çoktan şehrli insanın ezberine yerleşmiş bir marka oldu örneğin. Bu markanın yabancı rakipleri de var. Ece gibi, Keskin Color gibi gibi kimi markalar da güzel tasarımlarla geliyor. Kısacası şu anda her yaşa, her bütçeye göre defter satılıyor.

İyi ama bu defterleri kim kullanıyor? Yıl boyunca o kadar az insanın elinde ajanda görüyorum ki. Aralık ayında satılan ajandalar, birkaç ay kullanılıp unutuluyor mu? O güzelim defterler sadece birer hediyelik eşya olarak mı alınıyor? O güzelim sayfalara kimler, neler yazıyor?

İflah olmaz bir defter-kalem tutkunu olarak merak ediyor insan…

Dolayısıyla cevap verme inceliği gösterecek herkese soruyorum: Siz, not defteri ya da ajanda kullanır mısınız?


Birinci Tekil Şahıs.30

Ben bir kâğıt ağırlığıyım; uçmasına izin vermediğim sayfadaki hikâyenin yüreğinde bir kaya…


Tarkovsky'nin Okulunda Türkiye Sineması

İki yüzden fazla tiyatronun aktif olduğu Moskova. Dünyanın en çok milyarder barındıran ve belki de en pahalı kenti Moskova. Dört yüz civarında kütüphanesiyle övünen ve elinde kitaplarıyla benzersiz metrolarına koşturan halkın yaşadığı Moskova. Ve insanı yarım saatte çıldırtmaya yetecek kadar yoğun trafiğiyle Moskova.

Bütün bu manzaranın içinde, Moskova’ya dair bilinen soruların dışında bir soru daha var zihnimde. “Rus Sineması’nda animasyon ne durumda ve neden bizim bu konudaki gelişmelerden haberimiz yok?”

Tuhaf gelebilir ama benim gibi bir animasyon meraklısı için anlaşılır bir soru. Hatta konuyu derinleştirince durum vahimleşiyor: Festivaller de olmasa günümüz Rus Sineması’ndan neredeyse hiç haberimiz olmayacak. Sinemayı sanat yapan nice ismin yaşadığı bir ülkeden söz ediyoruz. Rus Sineması’nın bu içine kapalı halini anlamak gerekiyor. Her tür ticari alanda ortaklıklar içinde olduğumuz bir ülkenin sinemasıyla bunca zamandır dirsek temasında bulunmamış olmamızın nedenlerini öğrenmek için de gerekli bu.

İşte ‘Türkiye Sineması Dünya Akademik Buluşmaları’ bu nedenle oldukça önemli. Bu buluşmaların birincil önemi tanışmak. Gidilen ülkenin sinema sektörü dinamiklerini anlamak. Kendi sinemamızın güçlü olduğu alanları ve sorunlarını doğruca ifade edebilmek.

Dünya sinemasında güçlendiğimizi söylüyoruz. Kesinlikle doğru. Değerli filmler, önemli festivallerden ödüllerle dönüyor. Ama bu başarılar, bizim kendimize anlattığımız hikayeler olarak kalmamalı. Bu başarıların sürekliliği için sinemamızın dinamiklerini doğru anlatmalı, kalıcı ortaklıklar için karşı tarafı iyi dinlemeliyiz. Akademik dilin önemi burada ortaya çıkıyor. Üstelik sadece ‘şimdi’ye ait bir dil kurmuyor akademi. Zamana yayılan, yarını da oluşturacak dil sayesinde oluşuyor süreklilik.

Türkiye Sineması Dünya Akademik Buluşmaları (TSDAB), için ilk seçim Rusya olmuş. Kesinlikle doğru bir başlangıç. Sonrasında Çin, Birleşik Arap Emirlikleri, Fas, Filistin, İspanya gibi ülkeler var planlamada. Dedik ya, öncelik doğru anlamak-doğru anlatmak.

1986’da Sergei Gerasimov’un adı verilen VGIK (All-Russian State University of Cinematography) binasından içeri girerken bu çerçevenin genişletilmesinin nasıl katkılarının olacağını düşünüyorum. 1919 yılında Vladimir Gardin tarafından kurulmuş ve Kuleshov, Batalov, Eisenstein, Pudovkin gibi önemli yönetmenlerden oluşan bir eğitimci kadrosu ile Bondarchuk, Klimov, Patajanov, Sokurov, Tarkovsky gibi ünlü mezunlar vermiş bir okul.



Okulda 34üncü kez düzenlenen Uluslararası Öğrenci Festivali’nin bu yıl bünyesine kattığı ‘TSDAB’ komitede belirgin bir heyecan yaratmış. Öğrencilerin panellerdeki katılımı bu heyecanın yoğunluğunu göstermeye yetiyor. Türkiye’den gelen sinemacılara soracakları çok soru var. En çok ortak yapımlar konusundaki yasal düzenlemeleri, film üretimi için sağlanan destekleri, yapım aşamasında karşılaşılan zorlukları-kolaylıkları öğrenmek istiyorlar. Ama soruları bunlarla bitmiyor; Türkiye’de çekilen filmlerde en çok hangi kameranın kullanıldığı bile merak konusu onlar için.

VGIK, sadece tarihiyle övünen bir okul değil. Sinema başta olmak üzere sanat üretimi konusunda sürekli aktif olan, öğrencilerin çalışmalarını yücelten bir yapıya sahip. Teknik donanımları da buna göre. Avrupa çapında bir foley stüdyolarının olduğunu görmek bile, nasıl bir eğitim sürecinden geçtiklerini anlamaya yetiyor.

VGIK-T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı- İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi üçgeninin kurulması ile oyun kuralına göre oynanmış. Çünkü bu buluşmanın ilk olarak VGIK bünyesinde gerçekleşmesi sayesinde her iki taraf için de ‘kazan-kazan’ bir proje oluşmuş. Düzenlenen panellerin sadece bugünün üretimiyle sınırlı kalmayıp, akademik bakış açısın anlatması da bu yüzden önemli. Türkiye’deki sinema üretiminin dünya akademik literatüründe kalıcı hale gelmesi için önemli bir adım bu.

Bu buluşma ile VGIK 34. Uluslararası Öğrenci Festivali kapsamında, Türkiye sinemasından seçilmiş olan üç film (Bir Zamanlar Anadolu’da, Kuzu, Patron Mutlu Son İstiyor) VGIK akademisyenleri, öğrencileri ve sektör çalışanları ile halka açık ve ücretsiz olarak filmin yapımcı, yönetmen ve/veya oyuncularının katılımı ile gerçekleştirildi. Gösterimlerden sonra ekiplerin, akademisyenlerin, öğrencilerin ve davetlilerin katılımı ile seminerler düzenlendi.

Projenin katkıları konusunda daha net cümleler edebilmek için, diğer ayaklarında tamamlanmasını beklemek ve ardından gelecek raporlamayı incelemek daha sağlıklı olacaktır. Projenin ikinci ayağında bir İspanya buluşması hedefleniyor.


Ancak ilk ayağın, yani Moskova buluşmasının, hedefine ulaştığını da söylemek gerek. Etkinlik sonrasında yönetmenlik okuyan Oleg ve senaryo yazarlığı okuyan Ludmilla ile Tarkovsky’nin yürüdüğü koridorlardan geçerken ayaküstü gerçekleştirdiğim sohbet kafamdaki soruların cevabını verir nitelikte. “Dünyayı sanat kurtaracaksa,” diyor Ludmilla, “dünya sanatında neler olup bittiğinden haberdar olmalıyız.”

MAL VARLIĞI BEYANI

Sürecin başlamasına 2 gün kala elimde neler var, neler yok belirleyeyim dedim, ona göre hangi koşullarda sıkıntı çekeceğimi öngörmüş olurum.

Durum şu ki; Sıkıntı yok!

Bu kararı vereli birkaç gün olmasına rağmen kendimi havaya sokup zaten alışverişi kestiğim için şu an ortada panik olacak bir durum yokmuş gibi geliyor, elimdekilerle idare edebilirim.

 Kalem kalem ele alırsak:

KIYAFET:


Maşallah zamanında bayağı çerçöp biriktirmişim, birçoğu 2. el ve takas ürünü olsa bile ihtiyacımdan fazlası var. Sorun çıkabilecek şeyler kazak, 3'ü kalın 3'ü ince olmak üzere toplam 6 kazağım var ama bu sorunu gömlek ve t shirt üstüne hırkayla atlatabilirim.Bir de milli kıyafetimiz tayt konusunda sıkıntı olabilir. Onu da yırtıldıkça dikicem artık. Elbise, gömlek bol. Etek, pantolon az.Çorap, kemer, ayakkabı, iç çamaşır yeterli.



Bence bu takılar 3 kişiye yeter

MAKYAJ,KOZMETİK




Bir kutu şampuan, bir kutu diş macunu, yarım kutu yüz yıkama jeli,yarım kutu tonik, nemlendirici olarak bir kutu bepanten, bir roll-on, iki yarım el kremi, vazelin, boya setlerinden kalan saç kremleri, güneş kremi, pudra. Çok az da göz altı kremi.

Bu konuda seçeceğim yol hepsini çok az kullanmak. Diş macununu, şampuanı gereksiz yere ne kadar fazla kullandığımı yeni farkettim, resmen boca ediyormuşum. Saçımı 2 günde bir değil 4 günde bir yıkamak ki başta zorlansam bile saç buna alışacak fikrindeyim. Roll-on'u daha çok yaz günlerinde kullanmak için saklayacağım sanırım ( zaten kullanmak istemediğim birşey belki doğumgünümde biri bana koltuk altına sürülen taşlardan alır) . Bunlar bitince ve hatta aynı esnada kullanacağım şeyler ise sabun ve doğal reçeteler. Bozcaada'da denizden çıkardığım kil, yağlar, yoğurt, soda, sirke artık ne bulursam.



Evde yeter miktarda sabun ve yağ var sanırım



Hergün makyaj yapan biri değilim, makyaj malzemelerini yettiğince kullanırım artık.


KİTAP- CD-DERGİ VS

Şu bir avantaj tabi ki,  Boğaziçi Üniversitesi'nin kütüphanesini kullanıyorum. Zaten bir süredir çok büyülenmedikçe kitap alma işine son verdim, yaşasın kütüphane! Bu  konudaki fikirlerimi sonra yazmayı düşünüyorum. Gazete, dergi zaten almıyorum, online okuyorum. Müzik spotifydan dinliyorum.

Bunların haricinde ödünç almak, takas etmek, onarmak, birşeyleri kendim yapmak gibi yolları kullanmayı düşünüyorum.

Ev eşyasına ihtiyacım yok.

Evde kullanılan temizlik malzemesi biraz sorunlu. Evde bitmemiş bazı ürünler var. Ekolojik ürünler ve arap sabunu kullanmaya çalışıyorum. Ev arkadaşımla müzakere etmem gerekecek bu konuyu. Ne kadar az kullanıyorum zaman içinde belli olacak.

Şunu kullanma, bu olmamış, bunu yapıyorsun ama şunu yapmıyorsun diyen varsa lütfen yazsın. Sonuçta ekolojik yaşayan, her konuda farkındalığı gelişmiş bir insan değilim. Düşünüp yaptığım, düşünüp durup yapamadığım, düşünemediğim bir sürü şey var.


Bombalara Karşı Sofralar- Food not Bombs

"Bombalara Karşı Sofralar olarak doğanın talanına itirazımız var. Hayvanların kardeşimiz değil kölemiz olarak görülmesine itirazımız var. Devletin savaş uçakları, ekonomisi, bilmemnesi için çalışan mühendislere, üniversite profesörlerine itirazımız var. Çöpe tonlarca yemek dökülürken 1 milyar komşumuzun aç uyumasına itirazımız var.

Şu müsrif dünyada karnımızı doyurmak için paraya gerek olmadığını 37 haftadır Tepebaşı'nda sembolik olarak gösteriyoruz. Şefimiz, aşçımız yok bizim. Başkanımız, liderimiz, yönetimimiz, alan el-veren el ayrımımız yok. Konu komşuyu dayanışma soframıza çağırıp bir sonraki hafta birlikte pişirmeyi teklif ediyoruz. Her gün her türlü ihtiyacımızı sisteme mecbur kalmadan dayanışmayla halledebiliriz diyoruz: Marketlerde, lokantalarda israf edilenleri bulmak, takas pazarları açmak, becerilerimizi geliştirmek, eskinin kıymetini bilmek, tamir etmesini bilmek, yan komşunun kapısını çalmayı bilmek, çürümeyi bekleyen boş evlerde kirasız yaşamayı bilmek, bostanlar kurup patlıcanlarla beraber güneşlenmeyi bilmek, yürümeyi bilmek, beraber yürümeyi bilmek.

Paraya olan ihtiyacımızı azaltırsak bizi köle gibi kullanmaya çalışan işyerlerine mecbur kalmayız. Dikkat, bu bir hayır işi değil protestodur. Direniş sofrada başlar"


http://foodnotbombs-istanbul.tumblr.com/



Çöplük


Dün akşam bir belgesel izledim; Waste Land- Çöplük. Film Brezilya’nın en büyük çöp toplama merkezi olan Jardim Gramcho’da geri dönüşüm çöplerini ayıran insanlarla yapılan bir sanatsal projeyi anlatıyordu. Filmde insanlık halleriyle ilgili, sanatla ilgili, sınıflarla ilgili çok şey var hepsiyle ayrı ayrı ilgilendim. Beni en çok ilgilendiren yönleri ise; bir sanatçının işi orda çalışan insanlarla birlikte yapması ve o süreçteki değişim (bu benim tez konum olduğu için ilgilendim) ikincisi ise ne kadar çöp çıkardığımız.

Geçende internetten yemek siparişi verdim, gelen yemek alüminyum bir kaba konmuş, kağıt kapağı var. Üstünde restoranın reklamı olan başka bir karton kapla daha kaplanmış, o da kağıt bir çantaya koyulmuş. Yanında plastik çatal bıçak kürdan vs. İşte bir öğün karın doyurmak için harcananlar. Bu filmi izlemek bana bu bir yıllık süreçte hatta ömür boyu yapmam gereken yeni bir şey daha gösterdi. Az çöp üretmek.

Bunu kendine iş edinenler var, mesela Lauren Singer adında Newyork’ da yaşayan 23 yaşında bir kız, bir buçuk yıldır 0 çöp çıkarmaya çalışarak yaşıyor ve bunun yollarını bloğunda paylaşıyor. Sonuçta 4 ayda bir kavanoz çöp çıkartmış. Bunun ip uçlarını almak istiyorsanız : http://www.trashisfortossers.com/

Şu an 4 ayda bir kavanoz kadar fantastik bir şey yapabileceğimi sanmıyorum fakat bu farkındalık biraz çöp üretimimi azaltır gibi geliyor.


 Buyrun Waste Land


Liste









Neler Alınmayacak? 

Bir şey almamaya karar verince o bir şeyin içine ne gireceğine ne girmeyeceğine de karar vermek lazım. İşte benim listem, süreç içinde biraz daha şekillenecek.

Kesinlikle alınmayacak şeyler:

-kıyafet
-ev eşyası
-kitap, dergi, cd
-takı
-makyaj malzemesi, kozmetik
-hobi ürünleri

Bitince asgari düzeyde alınacak şeyler:

-Kişisel temizlik malzemeleri asgari düzeyde ve mümkün olduğunca paketsiz alınacak.
-Yiyecek, içecek (paketsiz olmasına dikkat edilecek),
-Çok gerektiğinde ilaç alınabilir. Ev arkadaşım olduğu için ev temizlik maddeleri uzlaşarak olabildiğince az ve ekolojik alınabilir.

Asıl sorun para kazandığım resim malzemeleri. Tuval ve elimdekiler bittiğinde boya ve kalem alınabilir. Yalnız bu koşulları da zorlayabilirim. İlk önce elimdeki malzemeleri tüketip daha sonra atık ve doğal ürünleri kullanma yolları aramak olabilir, bunu da sürece bırakıyorum.

Şu an her şey yeni başlayacağı için bir süre kullanabileceğim kozmetik, makyaj malzemesi gibi şeyler elimde var onları az tüketmeye çalışmak da sürecin bir parçası olacak.

Bakalım neler için nasıl çözümler arayacağım

AMA SOR NEDEN?



1 Aralık 2014-1 Aralık 2015 arasında hiç bir şey satın almamaya karar verdim. Her ne kadar  az para kazanıp kıt kanaat yaşasam da bu karara beni götüren sebep kendi bütçemle ilgili değil daha çok dünyayı nasıl tükettiğimizi görmek ve alışverişin arkasında yatan psikolojik tatminle ilgili.

Kendimi bazen alışveriş yaparak mutlu olan bir insan olarak görüyorum; fakat sadece alırken ve ondan sonraki birkaç saat içinde, sonrasında pişmanlık geliyor. Evim alıp da kullanmadığım şeyler dolu ( dolu derken kendime göre dolu). Bunun sebebinin mülkiyet arzusu olduğunu düşünüyorum, mülkiyet edinmek ise ölümlü olmakla başa çıkmanın yolu sanırım.

Almayla ilgili psikolojik süreçlerin yanı sıra son yıllarda dünyadaki üretim ve tüketimin artışı, binaya, mala, reklama boğulmamızın da gözden kaçırılmayacak boyutta olması bu kararda etken. Alışveriş merkezleri, pazarlar, Tahtakale, Merter saçma sapan formlar alarak alıcılara sunulmuş yığınlarca plastik, kağıt, kumaş, metal, tahtayla dolu. 3 ay sonra gitsen onların yerine yenilerinin geldiğini görürsün. Bunların hepsi satılıyor mu, satılmayanlar nereye gidiyor, bunlar uzaydan mı geliyor? Bunlar üretilirken dünyada birçok şey tüketiliyor. Çin ürettikçe bütün dünya tüketiyoruz, etrafta flyerlar, poşetler, paket kağıtları, t-shirtler, plastik çatal bıçaklar uçuşuyor.

Bütün bunlarla mücadele etmek en azından dahil olmamak için bütüncül bir yaklaşım gerekiyor elbet. Ben henüz bu noktaya varabilmiş biri değilim ama yavaş yavaş kendimi açarak, birilerinden duyarak, düşünerek uyanabilirim sanıyorum. Ayrıca bir sürü sosyo- politik, bilimsel, ekolojik bilgi ve yaklaşım varsa da ben pek bilmiyorum o nedenle bunları yorumlayamayacağım, ancak copy-paste yapıp paylaşabilirim.

Bu yola baş koymadan önce belli süreçler geçirdim. Kullanmadığım kıyafetleri ihtiyacı olanlara vermek, çöpleri ayırmak, garagesale düzenleyip satmak, takas pazarı yapıp değiş tokuş yapmak gibi. Şimdi düşününce evimdeki mobilyaların çoğunu da birilerinden aldım ya da sokakta buldum. Fakat verdikçe almanın yolunun açıldığını da gördüm, eşyan azaldıkça yenilerini almayı hak görüyorsun. Sen aldıkça 3. köprü yapılıyor, HES ler yapılıyor, alışveriş merkezleri yapılıyor, almaya devam ettikçe bunların yapılmasına itiraz etmen samimiyetsizleşiyor. Bunun için almaman gerekiyor. Sahip oldukların azalınca hayatın çoğalıyor.


Umarım bu bir yıl boyunca başka farkındalıklar geliştirir, birkaç insana örnek olur ve satın almamayı bir yıla değil bütün hayatıma yayabilirim.

O esnada başka bir yerde…

…sırf popülerliğinin doruğunda olan Cruyff ile hesaplaşmak için topu ceza sahasına değil, orta sahaya sürüp "Sarı Fare"ye bacakarası yapan Georges Best, hayata aldırmaz bir bakış fırlatmaktadır.


Georges Best
(22 Mayıs 1946 - 25 Kasım 2005)

Sosyal Okuma

Biz hiçbir zaman isimlerin ironik yaklaşımlarına bakmıyoruz. Hep ilk anlamlar bizim için gerçek anlam oluyor ve çoğu kez öyle kalıyor. Genellikle sorgulama becerimiz pek olmadığı için bu teori değişmez bir bütünlük içinde kendi yaşayışımızda. Örnek verecek olursak günümüzün en asosyal mecrası olan "Sosyal Medya". Bir yalnızlar rıhtımıdır kendileri, baktığımız zaman birçok varlık vardır ama bir o kadar da yoktur. Bu yüzden en önemli unsur bu mecrada hangi aşama ve hangi konumda, ne derece etkin olmalıyım?, cevaplarını vermektir.

 

Şimdi bu asosyal medya araçlarına bakalım, bakmadan önce bu yazıyı da okuyabilirsiniz:

 

sosyal medya

 

1- İnstagram

 

Sosyal medyayı asosyalleştiren aslında reel gerçekleri sanallaştıran anlardır. Yani insan zihninde bir takım kıskançlıklar yaratan, onların zihninde sanallaşmaya yol açan mecradır. Bunu en çok destekleyen araçlardan biridir, instagram. Bir fotoğraf paylaşırsın, sonra sende daha da daha da hissi uyandırır ve kapılırsın rüzgarına. İnstagramın en büyük dezavantajı aslında mahrem denen, kişiye ait olanların paylaşılmasıdır. Özgürcü denilen ve buna sınır konulmaya bir anlayışı vardır. Amerika, instagram olmasa da zamanında gençlerin sanal ortamlarda paylaştıkları yüzünden çok çekti aslında, intaharlara kadar giden boyutları var.

 

2- Twitter

 

Twitter aslında yarar zarar zincirinin terazisinde yerine göre kötü, yerine göre iyi boyutta. Bir deşarj aracı olsa da artık bir psikolojik bunalım aracıda olmaya başladı. Çünkü twitter insanı sosyalleştirmiyor, varolan sosyalliğini alıp ona sanal sosyallikler veriyor. Hani bu mecrada kalırsan mutlusun, bu yüzden senin benim için, benim için sen anlayışı... Ayrıca bu mecra da hiçbir haber edit edilmediği için, çatışmaların bol, ama sorgulanması az bir olaylar dizisine insanlar kurban gidiyor. İnsanlar artık günümüzde kişi sayısı, yani takipçi sayısı ile iktidarlarını bu alanda ilan ediyor. Bu onlara sosyal bir haz, sosyal bir iktidarlık sağlıyor.

 

3- Facebook

 

Msn gitti facebook geldi dediğimizde dünya küreselleşmeye ayak uydurduğu, teknolojik ilerlemeler kaydedildiği dönemde kapımıza geldi, facebook amca. İlk dönemler, kocasız kalan, intihar edenlerin mecrasıydı.(En azından ben öyle hatırlıyorum) Hatta yaş sınırlaması bile vardı. Çocuklar yaşlarını büyülterek girebiliyordu ancak. Facebook sosyalliğin en asosyal olduğu mecra. Çünkü içersinde bütün paylaşım argümanları var. Takip etme olanakları çok fazla ve insanlar takip edenleri sorgulamıyor bile. Ayrıca bilgilerinizin nerede ve nasıl paylaşıldığı belli bile değil. Bunun dışında kendinizi sanallaştırmak için her şeyi yapıyorsunuz misal "ilişkisi yok" misal "bugün yorgun hissediyor"...

 

4- Blogger

 

Blogger aslında bir sosyal medya aracı değil, bakıldığı zaman alternatif medya aracı. Çünkü insanlar belli toplumsal olgular, yapılan sistematik yayınlar nedeniyle bunları kabul etmeyip kendi medyasını, kendi yayını üretebiliyor. Fakat bloggerın da sosyal medya kalan, sosyal medyaya bakan tarafı var. İnsanlar burada da popüler olma, bir konuma gelme çabasında olabiliyorlar. Ki buranın çok kötü tarafı, kendi tanımsızlıklarına kendilerince anlamlı tanımlar ürettiklerini sanıyorlar. Aslında sosyalleşemiyorlar bu kötü. Şunu da belirtmeliyim ki en çok zarar veren mecra da bu. Çünkü insan verdiklerini de almak istiyor, belki facebooktaki bir resim ya da paylaşılan video bunu yapmaz, twitterdaki 140 karakterli twitte öyle, ya da instagramdaki anlamsız fotoğraf, ama blogger bunu yapar. 3 senedir bu mecra içindeyim, ve bunla ilgili çokça insan tanıdım, hatta bazıları blog yazmaya sosyalleşmeye başlayıp psikolojisi bozuk olarak çıktı. Bu anlamda blogger kısım kısım zararlara yol açabiliyor.

 

Baktığımızda diğer ülkelerde durum nedir bilinmez ama onlar o teknik ilerlemeleri zaten deneyerek geliştiriyorlar, bizse görerek bunu yapıyoruz. Bu anlamda bu mecralardan ne istediğimizi aslında tam bilmiyoruz. Ne amaçla bir twitter, instagram, facebook ya da başka bir şey açtığımızı bilmiyoruz. Bir sıkıntımız var ve kaçış arıyoruz, sonra bu mecralara girip anlam yaratmaya, ona verdiğimiz kadar ondan bir şeyler istiyoruz. Bu yüzdende saplantılarımız ve kayıplarımız oluyor. Ayrıca sosyalleşeyim derken normal akan, reel hayattan kendimizi soyutlayıp, yapay bağımsız bütünler oluyoruz. Bu yüzden çok akılcı ve yapısalcı bir yaklaşımla bu mecralara girerken gerek biz, gerekse eşimiz, dostumuz, çocuğumuza ben ne istiyorum? ve istediğimi nasıl kontrol edip ilerletebilirim? gibi sorular soruması gerek....

 

Yazar Hakkında: Ruhsuz Atmaca'nın, tek ve temel amacı insanlığa bir şey katabilir miyim?, katabilirsem nasıl olmadır?, bu soruları kendine sorarken bir anda kendisini blog dünyasında bulur.Ruhsuz Atmaca blogunun kapağında yer alan ve ismini verdiği "Atmaca", insanlara benzer duygulara sahip bir canlıdır. Yırtıcılığı nedeniyle isminin önüne "Ruhsuz" takısı gelmiştir. Blogun sloganı ise: "Yazdıklarım ve Yazacaklarım Atmacanın Bakışlarında Gizli..." oluşturur.

Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler

Sanatın en büyük destekçisi sanatçı.

Doğru projeyi doğru sponsorla buluşturmak, ürettiği sanat dalına gönülden bağlı olan, geleceğe katkı sağlamak isteyen sanatçılara düşüyor.

“Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler” de böyle bir proje. Güher- Süher Pekinel’in katkı sağlayıcı projeleri beşinci yaşına girdi.

Hemen özetleyeyim: Konservatuvarlarda okuyan öğrenciler arasında yapılan seçmeler sonucunda seçmeleri kazanan öğrencilerin Avrupa’nın en iyi müzik okullarında eğitim gördüğü ve sonrasında her birinin Türkiye’yi uluslararası yarışmalarda temsil ettiği bir çalışma var karşımızda.

Bu projeden şimdiye kadar on bir öğrenci yararlandı: Dorukhan Doruk (Viyolonsel), Veriko Cumburidze (Keman), Yunus Tuncalı (Piyano), Kıvanç Tire (Keman), Elvin Hoxha (Keman), Can Çakmur (Piyano), Cem Esen (Piyano), Doğa Altınok (Keman), Gülru Ensari (Piyano), Nilay Özdemir (Viyola).


Aslında hikaye Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in 7 Temmuz 1948’de imzaladığı Harika Çocuklar Yasası’na kadar dayanıyor. Hani şu İdil Biret ve Suna Kan’ın yurtdışına devlet bursuyla gönderilip yetiştirilmeleri için çıkarılan, bu yüzden de “İdil-Suna Yasası” olarak bilinen 5245 sayılı yasa. 1956 ve 1976’da alanı genişletilen ya da farklılaştırılan uygulama sayesinde yurtdışında eğitim alma olanağına kavuşan müzisyenlerimizin arasında kimler yok ki; önce Verda Erman, Gülsin Onay, Hüseyin Sermet, Selman Ada, sonrasında da Burçin Böke, Fazıl Say, Şölen Dikener, Çağıl Yücelen ve daha birçok isim. 1998 tarihi, bu özel statülerin sonu anlamına geliyor ve yurtdışına eğitime gönderilen ‘harika çocuklar’ devri de kapanıyor.

İşte Güher-Süher Pekinel, bu noktada devreye giriyor. Ne de olsa Türkiye’nin dünya sanatına hediye edeceği daha çok isim var. Sonunda Pekineller kendi çabaları ve sponsor desteğiyle ‘Harika Çocuk Yasası’nın bir benzerini hayata geçiriyorlar.


Sponsor deyip duruyorum. Böyle bir konuda o desteği verenin adını anmanın da, benzer katkılar için özendirici olacağına inanıyorum. Projeye beşinci yılında sahiplenen Tüpraş ile ilgili övgü Güher-Süher Pekinel kardeşlere bırakayım. Diyorlar ki; “Projemizin çıkış noktasını Türkiye’nin uluslararası platformlardaki varlığını sürdürmek ve güçlendirmek, genç yeteneklerimizin bizi dünyada temsil etmesini sağlamak oluşturuyordu. Projemizin meyvelerini toplamaya başladığımız ve daha çok desteğe ihtiyaç duyduğumuz beşinci yılımızda Yönetim Kurulu Başkanı Ömer M. Koç’un önderliğinde Tüpraş’la buluşmamız ve projemizin Tüpraş tarafından sahiplenilmesi baş koyduğumuz yolumuzda emin adımlarla ilerlememizi sağlıyor.”
Doğru projeye doğru destek alkışlanmaya değer.

Bu sayede, 15-23 yaş arasındaki üstün yeteneklerinin gelişimi için 4-5 senelik burs sağlanıyor. Şu anda eğitimlerini Viyana, Paris, Berlin, Münih, Leipzig, Köln, Zürih ve Brüksel’de sürdüren genç sanatçılar için, ülkemizin önde gelen orkestralarında ve üst düzey eğitim mevkilerinde yer almalarının yanı sıra, dünya çapında kariyer yapmaları hedefleniyor. Bu gençler, dört senede altı birincilik ve iki üçüncülük ödülüne layık görülmüş, çok saygın uluslararası festivallerden ve saygın orkestralardan da davet almış durumdalar.

Genç ve yetenekli müzisyenlerimizin Zürih Tonhalle’de yaptıkları son konserlerinin CD’si 13 Kasım’da piyasaya çıktı, 15 Kasım’da da CRR’de konser verdiler. Bir sonraki konserlerinin tarihi henüz belli değil, ama internet üstünden takip etmekte fayda var.




En kült festival, Fantasturka Film Festivali!


Ankara Kısa Filmciler Derneği tarafından, 12- 14 Aralık 2014 tarihleri arasında İstanbul/Kadıköy- Nazım Hikmet Kültür Merkezi'nde 18- 21 Aralık 2014 tarihleri arasında Ankara/ Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde üçüncüsü düzenlenecek olan, Türkiye'nin en kült festivali Fantasturka Film Festivali'nin programını paylaşmalı.


Bu yıl 12 filmin yer alacağı gösterim programı; 1953- 2014 yılları arasında çekilen filmleri kapsayacakmış. Filmler şöyle: 

Atını Seven Kovboy (Aram Gülyüz- 1974)
Dabbe / Zehr-i Cin (Hasan Karacadağ-2014)
Drakula İstanbul'da (Mehmet Muhtar-1953)
Dünyayı Kurtaran Adam (Çetin İnanç-1982)
Kara Murat Şeyh Gaffar’a Karşı (Ernst Hofbauer, Natuk Baytan-1976)
Ölümün Nefesi- La Mano Che Nutre La Morte (Sergio Garrone-1974)
Sihirbazlar Kralı Mandrake Killing'in Peşinde (Oksal Pekmezoğlu- 1967)
Tarkan Altın Madalyon (Mehmet Aslan- 1972)
Vahşi Kan (Çetin İnanç- 1983)
Yılmayan Şeytan (Yılmaz Atadeniz-1972)
Zagor- Kara Bela (Nisan Hançer-1971)
Şeytan- The Turkish Excorcist (Metin Erksan-1973)

Listede izlemediğim iki film var. Aslında birinden de emin değilim, hadi onu da sayalım ve üç diyelim. Dilerim gidebilirim. 

Bakmayın siz bazı filmlerin hoyratça ötelendiğine ya da kibirle sevildiğine. Onlar daha samimidir çoğundan. Aklınızda olsun.


Kategori

Kategori